Sonrabunların (peygamberlerin) ardından Musa’yı ayetlerimizle Firavun’a ve önde gelen çevresine gönderdik; onlar ise ona (ayetlerimize ve elçimize) zulüm ve haksızlık ettiler. İşte bozgunculuk çıkaranların nasıl bir sona uğradıklarına bir bak (ve anlat ki, inananlar bundan ders çıkarsınlardı)! Bu kelime Kuranda 3 versiyonla kullanılır sadece;ALLAHIN BİLMESİ (ALLAHU ALEMU),MELEKLERİN BİLMESİ ve İNSANIN BİLMESİ. Savaş (katletmek), hoşunuza gitmediği hâlde, size farz kılındı. Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Çoğu kişi bu soruya şöyle bir cevap verir: "Kuran, dinimizin mukaddes kitabıdır." Bu elbette doğrudur; ancak Kuran asıl olarak Allah'ın tüm insanlara gönderdiği ve onları sorumlu tuttuğu bir kitaptır. Öyleyse insanların Kuran'ın içeriği, emirleri, tavsiyeleri, hükümleri ile ilgili herşeyi bilmeleri gerekir. Önceleri sakin sakin yağdı kar. Daha sonra tipiye dönüştü. Pencere pervazlarından uğultusunu işittiren şiddetli bir rüzgâr, kar tanelerini önüne katmış uçuruyor, bir o kadarını da yerden kaldırıp savuruyordu. Yere paralel şekilde uçuyordu kar taneleri; sanki hiçbiri inemiyor gibiydi. Kurân’ın açıklamalarına ulaşmak için âyetler arası ilişkileri bilmek gerekir. Bu, rakamlar arası ilişkilere benzer. 0’dan 9’a kadar toplam 10 rakam vardır. Bütün hesaplar onlarla yapılır. İnsan, rakamlar arası ilişkileri ne kadar bilirse o kadar hesap yapar. Kimi onu, günlük hesaplarını tutacak kadar bilir. UMzbg. bu konunun neden rahatsizlik yarattigini anlamak cok mumkun degil. yani velev ki hz. muhammed'in gorevi dar anlamiyla mekke ve cevresine mesaji duyurmak olsun. zaten kendisine emredilen nedir? en bastan ailesine ve yakin cevresine, sonra genis halkalarla yoresine dinini duyurmak degil midir? bundan dinin yoreselligini cikartmak mumkun olur mu ki acaba? yani hz. muhammed'in mesaji cevresine duyurmakla yukumlu olmasi, dini, islam'i yoresel mi yapar? bunu kitabin geri kalanini da goz onune alarak dusunmek gerekir. bu noktada da boyle bir cikarimin gecersiz olacagi gorulebilecektir. tabii ki bir dinin uzerinden geldigi kisi oncelikle mesaji etrafina duyurmaya calisacaktir. elde cep telefonu ile gezmedigini de varsayarsak yani degil mi?enam suresi 92. ayet'in elmalili meali"işte bu da bizim indirdiğimiz bir kitab, feyz-u bereketi dünyayı tutacak, evvelki kitablar bu tasdık etmedikçe mu'teber olmıyacak, bir de ümmülkurayı ve hem bütün çevresindekileri inzar edesin diye ki âhıreti te'min edecekler buna iyman ederler ve onlar namazlarının üzerine muhafız olurlar"enam suresi 92. ayet'in elmalili tefsirinden alintiylabütün şehirlerin anası, merkezi demek olan ümmü'l-kurâ mekke'nin bir ismidir ki cihanın merkezi, bütün yaratılmışların kıblesi demek gibidir. uyarma, mekke'nin kendisine değil, halkına olacağı bilindiğinden mânâ, mecaz veya mecaz isnadı suretiyle "ümmü'l-kurâ halkı" demektir. da buna karinedir. şüphe yok ki "mekke" denilmeyip de "ümmü'l-kurâ" denilmesi, mekke'yi âlemdeki bütün şehirlerin bir mutlak merkezi gibi düşündürmek içindir. ve bundan dolayı de, merkez ve çevre karşılığıyla bütün yer çevresinde bulunanların hepsi demek olur. bununla beraber "ümmü'l-kurâ" merkezlik mânâsı dikkat nazarına alınmaksızın "mekke" demek gibi düşünülürse, 'dan mekke çevresi, mekke civarı, bundan da nihayet arap yarımadası düşünülür. bu ihtimale göre kur'ân'ın nüzul hikmeti yalnızca mekke ve arap yarımadası halkının uyarılmasına mahsusmuş gibi bir kuruntu akla gelebileceğinden "mekke ve etrafını uyarman için" buyurulmadığı gibi, "ümmü'l-kurâ ve etrafını uyarman için" de buyurulmayıp atıf vâvı ile "ve ümmü'l-kurâ ve etrafını uyarman için" buyurulmuş ve bununla kur'ân'ın nüzulünün, muhammed aleyhisselâm'ın peygamberliğinin yalnız arap milletini uyarma hikmetine mahsus olmadığı ve bir âyet yukarısındaki "o kur'ân, âlemler için ancak bir uyarmadır" mânâsıyla, bereketlerinin kapsamının genişliğinden gaflet etmemek gerektiği ve özellikle "ey muhammed! biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik" sebe', 34/28 âyetinin kapsamı anlatılmıştır. fakat gariptir ki bütün bunlara karşı yahudilerden bir grup, bu "ve ümmü'l-kurâ ve etrafını uyarman için" âyet-i kerimesinden yalnız araplara gönderilmiş bir peygamber olduğunu delil getirmeye kalkışmışlar, yani onun peygamberliğini itiraf etmekle beraber her millete değil, araplara mahsus bir peygamber olduğu iddiasında bulunmuşlardır. bunlar yahudilerden "iseviyye mezhebi" adıyla anılırlar ki, bugün aydın geçinen avrupalılardan bir kısmının arap olmayan müslümanlar arasında bu yahudi fırkasının mezhebini ve politikasını yaymaya çalıştıklarını görüyoruz. beşerde vuku bulmuş bir iş olan peygamberliği inkâr etmenin, allah'ı gereği gibi takdir etmemekten doğan bir cüret, bir nankörlük ve herhangi bir peygamberin peygamberliğini ve herhangi bir kitabın inmesini kabul ettikten sonra bütün peygamberleri ve kitapları tasdik ve teyid eden ve onlardan daha açık ve daha feyizli olarak indirilmiş bulunan mübarek kur'ân'ı ve muhammed aleyhisselâm'ın nebîliğini inkâr etmenin ise bundan başka açık bir çelişki olduğu anlatılmakla peygamberlik işi tespit ve teyid ediliyor. ve peygamberlik meselesinin allah'ın sıfatları meselesinin bir dalı olduğunu, irfan ve ahlâk, sorumluluk duygusu ve âkıbet endişesi ile ilgisini tesbit ettikten sonra, allah'a yalan isnad eden, yalan yere peygamberlik iddia eden veya allah'a, peygamber'e rekabet etmeye kalkışan iftiracılar, yalancılar, sahtekârlar ve haddini bilmezler hakkında korkutma ve uyarma olarak da şöyle buyuruluyor 93-94- ve kimdir o kimseden daha zalim ki, allah'a yalan iftira etmiştir. mesela yalancı müseyleme müseylemetû'l-kezzab ve esved ansî gibi, "allah beni peygamber gönderdi" diye yalandan peygamberlik iddia etmeye veya amr b. luhay ve benzerleri gibi kendi kendine din uydurmaya, hükümler koymaya kalkışmış veya herhangi bir şekilde allah'a karşı yalan uydurmuş, allah'a ilgisi caiz ve layık olmayan bir şey isnat etmiş, veya kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, bana vahyedildi, demiştir. özetle ya herhangi bir şekilde bir yalan iftira etmiş veya özellikle vahy iddiasıyla iftira etmiştir. diğer bir mânâ ile "bana vahyolundu, ona hiçbir şey vahyolunmadı" demiş, kendine vahiy iddia etmiş ve peygamber'e vahyi inkâr etmiştir. yalanın iki büyük çeşidini toplamış, yoğa var, vara yok diye kat kat büyük bir yalan söylemiş demek olur. ve o kimseden ki, allah'ın indirdiği âyetler gibi ben de indireceğim, demiştir. allah ile rekabete, kur'ân'ın benzerini yazmaya, peygamber'le boy ölçüşmeye kalkışmıştı. nitekim tâif'li nadr b. haris ve yardakları, "eğer istesek bunun kur'ân'ın aynısını biz de söyleriz" enfâl, 8/31 demişler, "ekin ekenlere, ekmek yapanlara, pişiriş pişirenlere, lokma edenlere kasem olsun" diye saçmalar söylemişlerdir. ve işte şu zikrolunan misaller bu âyetin nüzulüne sebep olmuşlardır ki, bunların bazısı mekke'de, bazısı medine'de vaki olmuş bulunduğundan bu âyetin de mekke olaylarına da işaret ederek medine'de indiği rivayet spoiler -not bir de, misal, bu ifadelerin gectigi enam suresi ile "ey muhammed! biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik" ifadelerinin gectigi sebe suresinin nuzulu arasinda iki sure var. sirf bu zaman dilimine bile bakilarak, "iste hz. muhammed uzerinden indigini soyledigi dini once yoresel dusundu, sonra umdugundan hizli gelisince genele maletmeye karar verdi" gibi bir sonuca kani olunamayacagi gorulebilir. zira, dinin bolgeselligin otesine cikmaya baslamasi bile nuzlun son donemlerine rastlar ve bu iki sure, cok gec doneme ait sureler bile degiller. yine, neden kitapta sadece arabistan ve ortadogudan bazi bolgelerden bahsedilir bkz kuran-ı kerim'de bahsedilmeyen konular/31173056. Türklerin savaşçı ünü tüm dünyaya yayılmıştı. Bundan haber alan Halife bir elçiyi islamı anlatması ve yayması için Türkistan’a gönderir. Uzun yolculuk sonunda Türkler’in topraklarına varır. Türkler, ilk defa böyle pis kıyafetli ve çirkin yüzlü bir insana rast gelmiş. Aralarından biri hemen kırbacını çıkarıp Arap’ı dövmeye başlar. Yalvar yakar Arap ne için geldiğini kimlerden olduğunu anlatmaya başlar. Sonunda ise Türkler arasında ikilik çıkar. Türklerden biri der “Bu pis kıyafetli adamı Kağan’ın yanına götürürsek kellemizi mızrağın ucuna geçirip otağın başına diker” hararetli tartışmadan sonra Arap’ın üstüne başına adam gibi Türk kıyafeti verilip öyle Kağan’ın huzuruna çıkartılır. Kağan’ın otağına girmeden önce kapıdaki subaylardan biri Arap’ı baştan aşağı süzer. Tam içeri alacakken durdurur “Bu kafandaki nedir ? Yılan gibi sarmışsın, çıkar lan şunu kafandan!”. Arap, sarığını çıkartıp Subaya uzatır. Subay Arap’a seslenerek “Ulan bana değil yere fırlat çek şu pis şeyi üzerimden beyinsiz!” arap sarığı yere koyar. Arap korkudan bildiği tüm duaları okumaya başlar ve en sonunda kazasız belasız otağa varır. Subaylardan biri Arap’a kaş göz işareti yapar, arap anlamaz. Subay çeriye emir verir “Şu Arap’ı Kağan’ın huzurunda nasıl durulur öğretin.” der. Arap’ı süründürerek Kağan’ın yerine yaklaştırırlar ve omuzlarından aşağı bastırıp diz vurdururlar. Kağan ise hiç oralı değildir. Çin elçisinin gönderdiği betiği okumaktadır. Arap, bir iki dakika diz vurmuş vaziyette bekler ve Kağan yüzünü Arap’a çevirir. Kağan “Bu pis koku senden mi geliyor?”. Arap şapşal bir ifadeyle Kağan’ın yüzüne bakar, Kağan hiddetlenerek yanındaki Subaylara bağırır “Götürün şu arabı yıkayıp öyle getirin!”. Arap’ı kollarından tutan Subaylar apar topar gölün içine fırlatır lakin arap yüzme bilmez ve boğulur. Subaylar ve Çeriler telaşa kapılır “O Arap’ın cesedi balıkları zehirleyecek derhal bunu çıkaralım” der. Aradan uzun bir zaman geçer, Halife gönderdiği elçi geri gelmediği için bir elçi daha gönderir lakin bu sefer gelen elçi müslüman bir acemdir. Acem, Türk adetlerini ve göreneklerini bildiği için efendice giyinerek Türkistan’a öyle varır ve Kağan’ın huzuruna çıkar. Acem şöyle der ”Ben uzun yolculuktan geldim. Hurmaların yetiştiği develerin koşuştuğu hz ibrahimlerin musaların süleymanların yetiştiği Allah’ın nur saçtığı mekkeden geldim. Sizi Allah’ın dinini anlatmaya ve hak dinine davet etmeye geldim. “ Kağan söze girer “Demek öyle, bu elindeki nedir?” Acem “Elimdeki kitap Allah’ın emirlerini sizi bu kitaba uymaya ve Allah’a itaat etmeye davet ediyorum eğer bunu yaparsanız tüm islam dünyasının takdirini kazanacaksınız.” Kağan “Biz Türk Tanrısından başka kimseye itaat etmeyiz! Şu getirdiğin kitabı ver bakalım!” kitabın içeriği arapça olduğu için kitaptan hiçbir şey anlamaz. Kağan kitaptan bir bölüm göstererek “Oku bakalım şurayı” der. Acem büyük bir hevesle gösterilen yeri okur gösterilen yerde aynen şu yazmaktadır “Hurma ağacını kendine doğru silkele silkele ki sana taze hurmalar dökülsün ” Meryem Suresi 25. ayet Türk başbuğu sakin bir sesle ”Hurma nedir?” der. Elçi “Hurma çok şifalı bir meyvedir hiç yemediniz mi ?” Kağan “Türkistan’da hurma diye bir meyve yok. Sizin kitabınızın hükmü Türkistan’da geçmez şimdi gidebilirsiniz.” Elçi “Ama efendim lütfen bir dinleyin lüt-lütfen bir ayet daha okuyayım” Kağan “Peki kitabı ver ben seçeceğim” der. Kağan sanki çok arapça biliyormuş gibi iki üç dakika göz gezdirir. “Hadi şunu oku bakalım” der. Elçi okur “Ey iman edenler peygamberin evlerine vaktine dikkat etmek isteyip bir yemek için izin verilmedikçe içeri girmeyin peygamberi yemek yerken rahatsız etmeyin! ” Ahzâb Suresi 53 Kağan söze girer “Peygamberiniz sağ mı ?” Elçi “Hayır vefat etti.” Kağan”Şimdi bu ayet bizim ne işimize yarayacak o zaman? Peygamber sağ mı ki biz onun evine girerken izin alacağız yemek yemek için bu ne saçmalıktır böyle !” Elçi “Şey efendim..şimdi ben ne desem bilemedim..” Kağan “Ulan sen bizle alay mı edersin nasıl bir din lan bu ! Yıkıl karşımdan! “ Elçi “Lütfen efendim bir ayet daha okuyayım lütfen!” Kağan “Subaylar, bu adamı alın ve ayaklarına 500 sopa vurun geldiği yere postalayın!” Elçi “Allah rızası için dinleyin, yalvarırım, lütfen son bir ayet” Kağan “Peki ancak bu sefer bizi kızdırırsan çok fena olacak. “ Elçi heyecanlanır. Kağan eline kitabı alır ve bir bölüm seçer. Elçi “Biz bu kitabı mekke ve çevresine gönderdik!” Kağan “Ulan kendi kitabınız bile bu kitabı mekkelilere gönderdik diyor sen hangi akılla bizi bu dine davet ediyorsun!” Kağan hiddetlenerek kılıcını kınından çıkararak ve PAAAT..! elçinin kellesi top gibi yere yuvarlanır. Kelleden fışkıran zehirli kan zemindeki Uygur dokuma halısını eritir. Kağan bu durumu şaşkınlıkla izlerken öfkelenir ve tüm Subaylara emir verir “TÜRKİSTAN HORDASINI TOPLAYIN KATLİAMA ÇIKACAĞIZ!”. Kuran'ın sadece Arap kavmi için yazıldığını anlayan dinciler bunu örtbas etmek için bazı hileli savunmalar yapmaktadırlar. 1-Mekkenin Çevresi deyimini bütün dünyayı kapsıyormuş gibi göstermek 2-Kuran'daki insanlar kelimesini yeryüzündeki bütün insanlar olarak sunmaya yeltenmek 3-Kuran'daki alem kelimesini bütün yaratıklar anlamında kullanmaya çalışmak Bunlara değinmeden önce iki kavimsel ayet verelim Biz her peygamberi başka değil,sadece kendi kavminin diliyle kendi kavmi için onlara anlatabilmesini mümkün kılarız-İBRAHİM 4 KURAN Muhammet Arap kavminin diliyle Arap kavmine Kuran'ın dediğine göre sadece Muhammet ve Arap kavmi Kuran'dan kavimler değil. Kuran senin için ve kavmin için ve kavmin bundan sorumlu tutulacaksınız-Zuhruf 44 KURAN Bütün kavimler içindir demiyor,bütün kavimler ondan sorumludur demiyor. Kuran'ın tek kavme özel olduğunu anladıkları için bazı ayetlere yanlış anlamlar yükleyerek konuyu örtbas etmeye bunlara değineceğiz. MEKKENİN ÇEVRESİ BÜTÜN DÜNYA ANLAMINA GELİR Mİ? Bu kutsal mubarek ellerindekini şehriMekke ve çevresindekileri uyarman için indirdik-ENAM 92 KURAN Kuranı sana Arapça indirdikki ana kentmekke ve çevresini uyarabilesin-ŞURA 7 KURAN Şimdi bu ayetlere bakıp mekkenin çevresi bütün dünya ve bütün insanlıktır elbetteki açık bir çevre derken civarı dünyayı kastetmez. Pauçlarını çıkar Kutsal yerdesin,tuvadasın-TAHA 12 KURAN Ey musa bu ateş ve çevresindekiler mubarek kılındı-NEML 8 KURAN Eğer çevre demek bütün dünya demekse o zaman ateşin çevresindekiler kutsal kılındığına göre,bütün dünyadakiler kutsal kılındı mı diyecekler?Ateş ve çevresi kutsal olduğu için Musa papuçlarını çıkarmak ateşin çevresi bütün dünyaysa,Musa dünyanın her yerinde çıplak ayakla gezmek zorunda kalacaktır. Mescidi aksa ve çevresi mubarek kılınmıştır-İSRA 1 KURAN Çevre demek bütün dünya demekse o zaman;mescidin çevresi kutsal kılındı derken dünyanın her yeri kıtsal kılındımı demiş oluyor?Görünen o ki çevreden kasıt sadece kabenin çevresinde 7 defa dolaşmaktavaf bütün dünyanın etrafını 7 defa dolaşmak olmadığı gibi,mekkenin çevresi de,kudüsün çevreside,ateşin çevreside bütün dünya anlamındadır. Zaten Kuran Mekkenin Çevresini ARAPÇA KONUŞANLARLA SINIRLANDIRMIŞTIR Ayetler Mekke Civarı kelimesine Arapça konuşulan civar olması gibi bir ön koşulda Kuran ın Arapça inmesinin sebebini de MEKKE VE ÇEVRESİNDEKİLERİN ARAPÇA KONUŞANLARDAN İBARET OLMASINA bağlıyor. Kuranı sana Arapça indirdik ki,ana kentmekke ve çevresini uyarabilesin-ŞURA 7 KURAN Kent halkı ve çevresinde yaşayanlar Arap olan kimselerdirmin el Arabi-مِّنَ الأَعْرَابِ ve içlerinden bazıları münafıklık içindedir..Tevbe 101 KURAN Bundan önce bir rahmet ve önder olan Musanın kitabı LİSANI ARAPÇA OLAN KİMSELERİ uyarman için indirilen bir kitaptır-AHKAF 12 KURAN Aslında TEK ANA KENT YOK PEK ÇOK ANA KENT her kavmin bir ana kenti ve çevre kentleri Kudüs,Arapların Mekke ana kentin çevresi diğer ana kentin çevresi başlayınca sona her kavmin ana kentine ve çevresine ayrı bir peygamber gerekiyor Rabbin memleketlerin ana kentlerine peygamberler yollamadıkça o memleketleri helak etmez/sotumlu tutmaz-KASAS 59 KURAN Japon memleketinin ana merkezine,Tokyo'ya Japonca konuşan bir peygamber yollamışmı acaba?Japonlar mesajı Japon bir peygamberdenmi alıyorlar? Sen peygamberlerden kavimlerin her biri için ayrı bir yol göstericihidayetçi-peygamber vardır-RAD 7 KURAN Aslında anlatılmak istenen bir kavmin her şehrine değil sadece ana kentine peygamber kente yollanan peygamberin o kavmin çevre kentleri içinde yollanmış olacağıdır. Dileseydik elbetteki her beldeye ayrı bir peygamber yollardık-FURKAN 51 KURAN Ama hayır bunu yapmıyoruz kavmin sadece ana kentine peygamber yolluyoruz diyor. KURANDA İNSANLAR KELİMESİ BÜTÜN İNSANLIK ANLAMINA GELİYOR MU? Kuran bütün yeryüzü insanlarına gelmiştir diyebilmek için,Sebe 28 ayetini aşağıdaki gibi yanlış ancak bütün insanlar içinkaffeten li en nasi uyarıcı ve müjdeci olarak gönderdik.Sebe 28 KURAN 1-Bazı tefsirciler Sebe 28 ayetinin Arap kavminin bütün insanlarını kastettiğini kavimlerin insanlarını ayete evrensellik anlamı vermek;İbrahim 4,Fussilet 44,Zuhruf 44 gibi evrensellik karşıtı ayetleri çöpe atmış olmak yazının sonunda değineceğiz. 2-Bütün insanlar demek külli en nasi demektir,kaffeten li en nasi değil. 3-Kaffeten kelimesine bütünü anlamı verseniz bile,bütünü içindir diyebilmeniz için,Liiçindir harfi ceri kaffetenden önce cerler sadece kendinden sonraki ismin anlamına katkı için getirilirlerLi Allahi=Allah için,Li kavmi=kavim cerin kastetiği anlam kendinden önceki kelimeyi içine durumda kaffeten li en nasi değil,li kaffeten nasi demeliydiki bütün insanlar içindir anlamına kelimesinin 'içindir' anlamına dahil olabilmesi içinliiçindir harfi ceri kaffetenden önce sözü kaffetenden sonra geldiği için kaffeten kelimesine maledilemez. Bütün insanlar demek isteseydi külli en nasi derdi,kaffeten li en nasi demezdi. ...Musa asasıyla taşa vurunca sular fışkırdı ve bütün insanlarkülli en nasi o suyu içtiler-BAKARA 60 KURAN Şimdi bütün insanların o suyu içmesi,Çin'den Brezilyaya kadar bütün yeryüzü insanlarının o suyu içmesimi?Tabiki insanlardan kasıt Musa kavminden olan bütün insanlar dediğinde bile;bütün yeryüzü insanlarını kastetmeyen bir kitap var dedi ey Musa,seni istisnasız her bir insanın başınaala en nasi-عَلَى النَّاسِ yönetici olarak ve sözlerimle.Araf 144 KURAN Musa bütün yeryüzü insanlarının her birinin başınamı yönetici olarak getirilmiş? SORU=Kuran peygamberin gönderildiği insanlar dediği zaman;bütün kavimlerin bütün insanlarınımı kastediyor?Yoksa bir kavmin bütün insanlarınımı kastediyor? "kâffeten li en nâsi"ifadesi=Bunun "bütün insanlar" tarzında yorumlanması Arap dili kuralları açısından hale getirmek,cem insanlar sözüde o bölgedeki yerel insanları kastederZemahşeri,el Keşşaf Tefsiri-Sebe 28 pantolonu katlayıp iki paçasını bir araya toplamak fiilinede kaffeten halde ayeti yeniden yazalımSenin gönderilme amacınıgörevlerini toplayıp bir araya getirdikkaffeteninsanlar için uyarı ve müjde yapmaktan ibarettir.Sebe 28 Kuran Yani buradaki kaffeten kelimesiyle;toplam görevinin,yapacağı işin toplamının, anlatmak ve uyarmaktan ibaret olduğu söylenmiş ayetlerdeki gibiResül'ün görevi sadece tebliğmüjde ve uyarı yapmaktan ibarettir-Maide 99-KURAN....buna karşı peygamberlerin görevi,sadece açık seçik bir tebliğdenuyarı ve müjdedenibarettir-Nahl 35 KURANMuhammed kendi kavminin insanlarına bildirimde bulunarak görevini tamamlamıştırEğer yüz çevirirseniz; bilin ki ben, benimle gönderileni size tebliğ dilerse sizden başka bir kavmi sizin yerinize getirir...Hud 57 KURAN ***Peygamberin görevi kendi kavmiyle ve kendi diliyle sınırlıdır***Ve Baghawi tefsiri Sebe 28 konusuyla ilgili aşağıdaki bilgiyi veriyor" كان النبي يبعث إلى قومه خاصة وبعثت إلى الناس عامة "''Bir peygamber kendi kavmi için,kendi kavmine gönderilir ve bu ayet peygamberin kavminden olan insanlara yönelik yazılmıştır''Baghawi tefsiri,Sebe 28 ayeti durumda ayetin anlamı aşağıdaki gibi oluyorPeygamberi gönderme sebebimizin toplamı,kendi kavminden olan insanlarla konuşmak ve onlara uyarı yapmaktan ibarettir.Sebe 28-KURAN Aslında Baghawi burada İbrahim ve Zuhruf gönderme yapmış ayetler peygamberin görevini Arap kavmiyle ve Arap diliyle 4 bir ilke koyuyorkavmin diliyle peygamberin dili aynı olmalıdır,farklı halde bütün insanlar dediğinde bile,bir kavmin bütün insanlarını kastetmiş her peygamberi başka değil,sadece kendi kavminin diliyle kendi kavmi için onlara anlatabilmesini mümkün kılarız.İbrahim 4 KURANMuhammed'de Arap kavminin diliyle Arap kavmine bunu Zuhruf 44'le karşılaştıralımKuran senin için ve kavmin için bir ve Kavmin ondan sorumlu tutlacaksınız.Zuhruf 44 KURANBütün kavimler içindir kavimler ondan sorumludur bütün yeryüzü insanlarını kastetme eğiliminde olsaydı Zuhruf 44 şimdiki gibi bütün kavimler içindir derdi,Kuran'dan bütün kavimler sorumludur derdi. Senide ataları uyarılmamış olan ve bu sebeple GAFLETbilgisizlik içinde kalmış o bir kavmi uyarman için gönderdik-Yasin 6 KURAN Bütün kavimleri uyarman için gönderdik demeyi unutmuş olmalı Zumer 27-28 ayetlerini okumak bile,insanlar derken;sadece anadili Arapça olan insanları kastettiğini anlamaya yetiyor. Biz bu Kuran'da insanlar için her türlü örneği verdik.Zumer 27-KURAN Ve bunu başka değil,pürüzsüz Arapça yaptık ki korunabilsinler-Zumer 28 KURAN Pürüzsüz Arapça olmasaydı hangi insanlar korunamayacaktı?Japon kavminin insanlarımı?Yoksa Arap kavminin insanlarımı?İnsanlar derken hangi insanları kastettiğini iyi anlayalım. Eğer onu Arapça bir Kuran kılmasaydık;'neden dilimizde inmedi,Arap olana Arapça olmayan bir Kuran olurmu hiç' diyeceklerdi-Fussilet 44 KURANO zaman Japon kavmininde Japonca inmeyen bir kitap için''neden dilimizde inmedi''deme hakları olana Japonca inmeyen kitap olurmu deme hakları dilde inen mesaja itiraz hakkı tanıyan bir karşıtı. ALEMBİLEN KELİMESİNİN SAPTIRILMASI VE İSTİSMARI Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemînâlemîne Merhametimizle seni alemlerden başkasına göndermedik-ENBİYA 107 KURAN İBN-İ ABBAS,alem kelimesinin sadece şuurlanmış olanları kapsadığını kavmin içindeki şuurlanmışlar,bir kavmin şuurlanmasıli kavmin ye'alemu şeklinde kullanıldığını pek çok ayette günümüz tabiri ile aydınları,cahil ibret alınsın diye geriye bıraktık;bilenler içinli el alemine-ANKEBUT 15 KURAN Onu bir işaret olarak geride ibret alınsın diye-KAMER 15 KURAN İlk ayet alemler ibret alsın ayet düşünüp ibret alınsın alem demek düşünüp ibret alan çok yerinde bir ibret almalıdırKAMER 15 denildiğine göre,şuursuzlar ibret alamayacağına göredemek ki alem demek şuurlu olan olan,tercümanların diğer ayetlerde ALEM kelimesini Türkçeye çevirmemeleri. Örneğin Enbiya suresinde nedense ALEM kelimesini BİLEN olarak çevirmemişler ve olduğu gibi Arapça size hiç ilginç gelmiyormu?Örneğin Yusuf suresi 77 nolu ayette ALEM kelimesini BİLENALEMU olarak suresinde olduğu gibi Arapça bırakmışlar. vallâhu ve allâhu ve Allah a’lemu iyice bilir/bilmektedir-YUSUF 77 KURAN Ve Allah iyice bilmektedir.YUSUF 77 KURAN Mollaların yaklaşım bütünlüğü bir yerde ALEM kelimesini BİLEN olarak çevirmişler ama başka yerde ALEM kelimesini olduğu gibi Arapça bir çelişkidir ve her çelişki bir etme halde ayeti yeniden yazalım Seni merhametimizle BİLENLERDENALEMU başkasına yollamadık.ENBİYA 107 KURAN Yani BİR KAVMİN BİLENLERİNE YOLLADIK anlamındadır bu bilgiyi bilenlerden çok,öğüt almasını bilenlere,bilge olanlara. Kuran da ALEMUBİLMEK fiilide tek kavimle ilişkilendirilmiştir zaten Bunda bir kavmin bilmesiYA-ALEMUNE için ayetler vardır.NEML 52 KURAN Sıkıysa bu ayetteki alem kelimesinide olduğu gibi Arapça bıraksınlarda görelim zaman şu anlama gelir ayetSİZ ÇOK ALEM BİR KAVİMSİNİZ Kuran bir kavim için Arapça bilgilendirmedirYE ALEMUNE-FUSSİLET 3 KURAN Bir kavmin bilmesi için yada bir kavmin bilenlerineye alemune diyor açıkça. Alem kelimesindede kavmi aşan bir şey yok kavmin alem/bilen olması için Arapçadır. Haklısınız bunu zaten kuran da gönderilmeyen ya da kendisine mesaj ulaşmayan kimse bundan sorumlu gelecek, her kişi yaptığı her iyiliği önünde hazır bulacaktır. İşlediği her kötülük ile kendisi arasında uzun bir mesafe olmasını İmran 30 Keza incilÇünkü Tanrı'ya dair bilinen ne varsa, gözlerinin önündedir. Tanrı hepsini gözlerinin önüne yaratılışından beri, Tanrı'nın görünmeyen nitelikleri, yani sonsuz gücü ve Tanrılığı, O'nun yaptıklarıyla anlaşılarak açıkça görülüyor. Bu nedenle özürleri yoktur. Tanrı'yı bildikleri halde O'nu Tanrı olarak yüceltmediler, O'na şükretmediler. Ama düşüncelerinde budalalığa düştüler; anlayışsız yüreklerini karanlık bürüdü.Dikkat edin Tanrıyı bildikleri halde bile bile kendilerini inkara şartlanmış kişiler için diyorÇünkü Tanrı insanlar arasında ayrım Yasa'yı bilmeden günah işleyenler Kutsal Yasa olmadan da mahvolacaklar. Kutsal Yasa'yı bilerek günah işleyenler de bu Yasa'yla Tanrı katında aklanacak olanlar Yasa'yı işitenler değil, Yasa'yı yerine Yasa'dan yoksun olan uluslar kendiliklerinden bu Yasa'nın gereklerini yaptıkça, Yasa'dan habersiz olsalar bile kendi yasalarını koymuş Kutsal Yasa'nın gerektirdiklerinin yüreklerinde yazılı olduğunu gösterirler. Vicdanları buna tanıklık eder. Düşünceleri de onları ya suçlar, ya da kadar sıkıntı yok, lakin bir kitap bir kavme anadili ile ilgili gönderildiğini neden özellikle belirtir?Arap olmayana zaten Arapça kitap gönderilmez ,ama ayette anlamanız için Arapça gönderdik olanın dili zaten Arapçadır kuran'ın bunu belirtmesine gerek yoktu ki,belirttiyse o zaman başka toplumlarında anlamaları için gönderildiği anlamı çıkıyor. Mikel Arrizabalaga Bir süredir, medeniyetin öncüleri tarafından kullanılan dili/mantığı, anlamadığımızı iddia ediyor ve bunun üzerinde düşünmeye çalışıyorum. Yazıda derdimi “Kitap” kelimesi üzerinden anlatmaya çalışırken, bir dil arayışının acemi kelimeleri de metne 2. bir metinmiş gibi giriyor. Metni okurken bu arayışın izlerine dikkat etmenizi rica Tarihçi Arnold Toynbee’den bir alıntı ile girmek istiyorum, “Sahip olduğu imkanlar düşünüldüğünde, ulaşılan hedeflerin büyüklüğü göz önüne alındığında ve bütün bunların gerçekleşme suresi hesap edildiğinde, tarihte Muhammed’le karşılaştırılabilecek 2. bir isim yoktur.”[1] Namuslu bir gözle bakıldığında Hz Muhammed sav ve ensarının başarmış olduğunun ne kadar muhteşem bir şey olduğunu fark etmemek mümkün değildir. 20-30 Yıl gibi, çok kısa bir sürede Çin’den Fransız Pirenelerine kadar, dünyanın merkezi olan bölgede yayılan İslam, yayıldığı alan göz önüne alındığında çok az kan döküyor. Anadolu’nun, Afganistan’ın, neredeyse tüm Afrika’nın, Hindistan’ın, Pakistan’ın, Bengladeş’in, Endonezya’nın, Malezya’nın, Çin’deki Hui’lerin İslamlaşmasının önünde askeri manevralar, büyük savaşlar, kıyımlar yok. Üstelik İslam, girdiği her yerde medeniyetini inşa ediyor, ettiriyor. 1400 sene sonra bile kendi coğrafyasının en etkili ve belirgin hareketi olabiliyor. Büyük bir yenilgi ve buhran altında olmasına rağmen, Dünya mustazaflarından iltifat görüyor, ümit olmayı sürdürebiliyor. Burada soralım; medeniyetin öncüleri ne yaptılar, nasıl düşündüler, neler söylediler de insanlar onların mesajına akın akın fevc fevc koşup, İslamlaştılar? Müslümanların sahip olduğu dilin[2] şu hali ile medeniyetlerini zamanlarına taşımaya yetmediğini, üretilen dilin sedasının sanayi delikanlılarının, facebook girllerin, üniversiteli hengamenin, köylünün, kentlinin kulaklarına ulaşmadığını fark etmek bilgelik istemiyor. Mevcut dil anakronik zaman uyumsuz. Bu dil; medeniyetin öncüleri tarafından üretilmiş, kendi zamanlarına şifa olmuş, çağımıza taşınırken sahip olduğu değerleri/anlamları yitirmiş ya da zedelemiş bir dil. Bu nedenle vakte ve vaktin çocuğu olan topluma, ait olduğu medeniyetin anlam haritalarını/zihnini taşıyamıyor. Kelimler onların kelimeleri olsa da, aynı şeyi söylemiyor, aynı yere çağırmıyor. Vaktine kelimeler üreten, vaktinin sorunlarına şifa olan “alim” kelimesini bile “geçmişin kelimelerini iyi bilen” anlamında kullanıyor. İslam, Avrupa’da Endülüs’ten çekildi, Balkanlar’da izi, Afrika’nın birçok yerinde sadece ismi kaldı. Anadolu'dan 400 sene önce İslamlaşan Karadeniz'in üstü, Habeşistan artık bir İslam beldesi değil. Filipinlerin, Vietnam’ın 100 yıl önce Müslümanların yaşadığı beldeler olduğunu hatırlayan kalmadı. İkinci sorumuzu burada soralım İslam, ana akım İslam beldelerinde bile rengini belli etmekte zorlanan Müslümanların kaybettiği nedir ve kaybettiğini nerede aramalıdır?Muhtevası Boş Bir Slogan “Kur’an’a Dönmeliyiz!” Bu soruya, “İslam toplulukları Kur’an’a/ Kitab’a dönmeli, O’nun etrafında yeniden vahdeti sağlamalıdırlar” diye cevap vermek öğretilmiş bir gelenektir. Cevabın, Kur’an’a nasıl dönüleceği, Kur’an’a dönmenin ne demek olduğu konusunda bir fikri ve teklifi yoktur. Bu kelimeye itiraz edip; “bize bir şey söylemediğini iddia ettiğiniz o kelime, Kur’an’ı Kerim’in sık sık tekrarladığı bir kelimedir” denilebilir. “Hiç şüphe etmeyin, bu kitap sorumluluk/takva sahipleri için hidayet rehberidir.” Bakara 2, Araf 1-3, Zümer 1-3, Araf 170. Ancak bu itiraz, medeniyetin öncülerinin mantık haritalarına sahip olduğunu, onların diline hakim olduğunu var sayıyor, bu dilden, mantıktan, ruhtan, medeniyetten koptuğunu unutuyor ve bunu sorgulamıyor. Mekke Toplumunda Müslüman Var mıdır? Hz. Resul’e Kâfirun suresinde, Kâfirlere “sizin dininiz size, bizim dinimiz bize” dedirtilirken “gelin ey kâfirler, siz kendi dininizi/yolunuzu yaşayın, biz de kendimizinkini. Bir sulhte anlaşalım” denilir. Bu teklifle, her iki tarafın kendine ait değerleri üzerinden hayatı kurması önerilir. Mevcut dil, senin dinin sana dediğinde, bir başka mantık dünyasının değerlerine itiraz ettiğinin farkında değildir. Halen, Müslüman toplulukların vakti, malı, parayı, ilmi kullanma biçimleri düşman/rakip olarak gördükleri kesimle aynileşmiş, Aziz İslam’ın zamanı, parayı, malı, gücü değerlendirmek için kendi teklifinin var olduğu unutulmuş/ihmal edilmiştir. Bizi Müslüman kıldığını iddia ettiğimiz emirlerin/ritüellerin neredeyse tamamının Medine’de emredilmiş ya da düzenlenmiş olduğu düşünülürse, bu dilin mantığıyla Mekke’deki çatışmaya anlamanın imkânı yoktur. Mekke toplumunda içki içen, faiz alıp veren, sünnet olmayan, kurban kesmeyen, tesettürü arızalı, namazı orucu düzenlenmemiş, ellerinde Kur’an olmayan Peygamber ve arkadaşlarını, namazını Kâbe’de kılan, oruç tutan, haccı yerine getiren Mekke müşriklerinden ayıran nedir? Bizim toplumumuzda bu sorunun cevabı, 3 kanal üzerinden verilmeye çalışılır. Bu kanallar dinin/vahyin sembollerini kullanarak, kendi dillerini/mantıklarını geliştirir ve topluma Allah’ıncc kendilerinden beklediğini anlatmaya çalışırlar. Devlet Din Dili Devletin; cami, İmam Hatip Liseleri ve televizyonlar üzerinden ürettiği ya da üretimine izin verdiği devlet din dili; toplum devlet çatışmasından doğan enerjiyi devlet lehine yönlendirerek, devlete/iktidar sahiplerine yönetilebilir bir hükümet ortamı var etmek ister. Bu dilin; İslam’ın kendine has bir mantığı, bir medeniyeti olduğunun farkında olup bunu vaaz ettiğini söylemek oldukça zordur. Devletin din dilinde, devlet-Allah, devlete uygun-Allah rızası, sağcı-mü’min, suç-günah kavramları birbirinin içine geçmiş, birbirinden ayrılamaz hale gelmiştir. Hedeflenen, devletine milletine faydalı insan yetiştirmektir. Bu devlet, bazen Suud olur bazen Suriye, bazen İran olur bazen de Türkiye. Cemaat Din Dili Merkezi, merkezdeki yapıyı menkıbeler üzerinden korumak, yüceltmek, meşrulaştırmak, çevreden merkeze doğru olan güç ve irad akışını düzenlemek, hareketin devamlılığını ve genişlemesini sağlamak üzere konumlanmış bir dildir. Toplumla ilişkisini koruyabilmiş, sesini ayırmamış olan bu dilin mantığında, cem olmak/cemaat, ümmetin bir araya gelmesi değildir. Liderin etrafında toplanmaktır. Cemaat rızası ile Allah’ın rızasını birbirinden ayırabilecek bir zihni gelişmeye müsaade edilmez. Muhatap lidere/merkeze/cemaate çağrılır. Hedeflenen, gassalın elinde meyyit olmuş[3] bir cemaattir. Din Profesyonelleri Din Dili Daha çok ilahiyat fakülteleri çerçevesinin ürettiği bu dil; toplumun geneline değmeyen, ona bir şey söyleme derdi olmayan, davadan yoksun, “varın benim farkıma” üzerine kurulu akademik bir dildir. İslam toplumlarının “Alim”inin dilinden ziyade batı toplumlarının “aydın”ının diline daha yakındır. Örtülerinin altından çıkamadıklarından, dilleri topluma yabancılaşmıştır. Bu diller Allah’ın hizmetinde koşturan değil, Allah’ı hizmete koşturan dillerdir. Bu dillerin “mustazaflara lütufta bulunup onları yeryüzünde önderler yapmak isteyen peygamberlerin varisleri olup, izlerini takip ettiklerini iddia etmek mümkün değildir. “Resule /vahye varis olabilecek nitelikte hiç kimsemiz yok” demiyorum. Ancak takdir edersiniz ki; fisebilillah/mürsel konumundaki Allah cc dostlarının topluma renk verebilecek durumda olduklarını iddia etmek de mümkün değildir. Anlaşılan o ki, hazreti Resulün çağların içinden gelen sözü tazeliğini korumaya devam ediyor. “İslam garip geldi, garip gidecek. Ne mutlu o gariplere.” [4] Bu dillerde, Müslüman olabilmenin yolunun, tefsirleri, hadis külliyatını, üstadların eserlerini okumaktan, alim kişilere intisap edip yıllarca süren hizmetlerden geçtiği vaaz edilir. Ancak cilt cilt tefsirleri, Kütüb-i Sitte’yi baştan sona okumak, yeterli eğitimi, vakti ve malı olmayan, geçim derdindeki sıradan insanlar için mümkün değildir. Üstelik bunları yerine getirmek mü’minliğe, kemalata, sırların sırrına ermeye kefil de değildir. “Ne zaman Mü’min olurum?” sorusunun cevabı muğlak ve ulaşılmaz bir vakitken, mü’minlik; ancak “süperinsan”ların “ol”abileceği bir mevkidir. Mü’minlik –kâfirlik arasındaki konum, Allah’la ilişki üzerinden değil, devlet güç/iktidar, cemaat ya da özel şahısla kurulan ilişkiye göre tanımlanır. Sadece profesyonellerin ulaşabileceği böyle bir ilmi, avama/topluma teklif edebilmek, anlaşılması zor bir mesajla kıtaları aşıp medeniyet üretebilmek mümkün değildir. Bu dil, ürettiği Müslüman tipine namaz kıldırıp, oruç tutturup, hacca götürebiliyor ama erdem yükleyemiyor. “Hal”i değiştirmiyor. Para, iktidar, güç karşısında son derece zayıf, ahlaki problemlerini çözememiş, donanımsız bir insan modeli ortaya çıkıyor. İktidar, güç ve konformodernizm karşısında direnç hatlarını geliştiremediğinden, ekonomik seviyesi yükselen kesimlerde İslami kimlikler kişiliksiz ve görünmez oluyor. Vahyin/Peygamberlerin Derdi Nedir? Kur’an bu soruyu Hadid suresi 25 ve Araf 157. Ayetlerde cevaplarken peygamberlerin; “Kitap ve mizan üzerinde, zulüm etmeyen, birbirlerinin sırtlarına yük, boyunlarına zincir vurmayan, iyilikte ve kötülüğü engellemede yardımlaşan bir adalet toplumu inşa edebilmek” için gönderilmiş Allah’ın cc elçileri olduğu söylenir. Bu tanımın inşa ettiği toplumun adı “İslam”, slogan kelimesi “selam[5]”, sıfatı “selim”, yurdu selam diyarı “Dar’üs selam” olur. Türk Dil Kurumunun sözlüğünde; “Selam; esenlik bildirisi, Müslüman; Hz. Muhammed’in dininden olan, İslam; Müslümanların dini, selim; doğru, dürüst kusursuz” denilerek tanımlanıyor. Dikkat ederseniz selam, selim, Müslüman ve İslam arasında bağ kopmuş, koparılmış. Selam; Arapça barış, emniyet, huzur, selamet, sağlık, rahatlık, iyi netice, kurtuluş gibi manalara gelirken, Müslüman selam sahibi olana denir. Toplum içinde selam sahibi olmuş emniyet, huzur, barış, güven kişidir Müslüman. Mevcut dil ise, Müslüman’ı “Allah’a teslim olan” diye tanımlıyor. Müslümanlık yüceltilerek toplumla olan bağ yerine, Allah’la olan bağ merkeze alınıyor. Kişinin kendini Allah’a teslim olmuş görmesi yeterli olurken, toplumla kurması gereken selam ilişkisi göz ardı ediliyor. Var olan dille sunulduğunda kişi, selamı vaat etmeden emniyet, güven, barış, kurtuluş Hz. Muhammed’insav peygamber olduğunu kabul etmekle Müslüman olabiliyor. Vahyi/Resulleri Müslüman olmak için selam olmak gerekmeyen bir düzlemden algılatıyor. Bu dil Selam diyarını inşa etmeden İslam ülkesi, İslam toplumu olma fırsatı ! veriyor. Aynı kopuş emin-mü’min kelimeleri arasında da var. Emniyet sahibi/emin kişi anlamına gelen mü’min kelimesi, sözlükte İnanan, inançlı, imanlı, mutekit anlamına geliyor. Zihin haritalarımızda, emin olmadan mü’min emin kişi olmak da mümkün. Müslümanlık, mü’minlik, takva[6], şahitlik gibi temel kavramlar toplumda görülebilir, tespit edilebilir bir ilişki biçiminden, sadece Allah’ın tespit edebileceği, soyut, görülemeyen, bir sıfata dönüştürülüyor. "Kimdir mü’min, takvalı, Müslüman?" sorusunun cevabı “Allah bilir.” oluyor. Toplumdan koparılıp Allah’ın yanına gönderilmiş Müslüman, mü’min anlayışı Batı medeniyetinin tüm dünyayı yönlendirmeye çalıştığı seküler zeminle uyumlu dillerin beslenmesinin ve yayılmasının önünü açıyor. Halbuki kimin emin, kimin güvenilir, kimin sorumluluk sahibi olduğu pekala toplum tarafından şahitlik edilip tespit edilebilir. Şahitlik-meşhutluk ilişkisini de toplumla kurulan ilişki üzerinden tanımlamıyor. Toplum şahit olmuyor, “Allahcc şahit” deyip geçiyor. Toshihiko İzutsu’nun Kur’an’da, Allah ve İnsan isimli eserinden alıntılayalım “ İslam’da; dikeydekiAllah’la ilişki, yataydakiçevreyle/toplumla ilişkiden belirlenir.” Aziz İslam’ı algılayışımızın toplumla kurulan görünebilen ilişki/amel çizgisinden, yüceltilmiş anlamlarla/törenlerle muğlak bir algıya yönlendirilmiş olduğunu anlatmaya çalışıyorum. “Aranızda selamı yayın” hadisinden hareketle açıklamaya çalışalım. Emir, bizim bulunduğumuz algı zemininden; selamlaşın ki, aranızda bir düşmanlık olmadığı hissedilsin şeklinde anlaşılmaktadır. Selamlaşarak, sorumluluğu sadece var olan “an’a” yükleyen bir bilincin seremonisi başlayıp bitiyor. Mevcut dilin beslediği algı düzeyimiz emrin, “aranızda güveni, emniyeti, huzuru, kardeşliği selamı yayın” emri olduğunu fark etmeye müsait değil. Tüm hayatı yönlendirecek, ölümle bitecek bir sorumluluğun anlık hatırlatması/ritüeli olduğunu fark ettirmiyor, hatta gizliyor. Emri, “selamı, barışı, güvenliği, huzuru inşa ediniz/yayınız” şeklinde anlamış olduğumuzu farz etsek bile, “kendi cemaatimiz, grubumuz, hizbimiz içinde safları sıklaştıralım” anlamının ötesinde bir anlama varamıyoruz. Emri açıklayıp, “Selamı yeryüzünde inşa etmeliyiz” dediğimizde de, Hz. Muhammed’in taraftarlığını yeryüzüne yaymalıyız diye anlıyoruz. Selam ile barış, esenlik, huzur, emniyet bağ kuramıyoruz. Hz. Muhammed sav’in “alemlere rahmet olarak”Enbiya 107 indirildiği ayetini “Hz. Muhammed sadece kendi cemaatine, grubuna, sürüsüne rahmet değildir. O herkese rahmettir” şeklinde okumak belki de anlamı yakalamak için iyi bir ipucu olacaktır. Ancak bu tür bir okuyuş özellikle ulus devlet aklıyla biçimlenmiş/zehirlenmiş toplumların kolayca anlayabileceği bir mantık seviyesine hitap etmiyor. Bu nedenle olsa gerek ki, neş’et eden neredeyse tüm Muhammedi/İslami yapıların mantığı devletçi, sağcı, cemaatçi, grupçu, kabileci, hizipçi refleksler üzerinde inşa ediliyor. İslamcı yapıların zihinleri devlet, cemaat, grup, lider/lider rızası ile Allah/Allah rızasını birbirinden ayırabilecek bir olgunluğa erişemiyor. “Selama/İslam’a gelin” diyen peygamberin “olduğunuz yerde Selamı inşa edin, herkes için emniyet ve huzur diyarını dar’üs selamı’ var edin” demekte olduğunu hissettirmeyen diller, anlamı bozarak, peygambere “bize gel, bizim grubun üyesi ol” dedirtiyor. Grubun, hizbin üyesi olmanın bizi İslam/Müslüman/mü’min kıldığını varsayan bu propagandanın ardında grup veya iktidarın sahiplerinin olduğunun farkına varamıyoruz. Fussilet suresi 33 ve 34. ayetlerde;”Allah’a davet eden, salih amelde bulunan ve Ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?”, “İyilikle kötülük bir değildir. Kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost gibi olur” deniliyor. Rayiç dil, anlamı, “Mü’minler Allah’a çağırıp, salih amelde bulunup, Hz. Muhammed’e tabiyim derlerse kurtuluşa ererler. Bir insandan duyulabilecek en güzel söz; Hz. Muhammed’insav ümmetindenim’ kelimesidir. Eğer sen, bu şekilde düşmanına davranırsan, kötülüğü en güzel biçimde karşılamış olursun” şeklinde veriyor. Ancak bu anlayış, “İnsanlar iman ettik demekle salıverileceklerini mi sandılar Ankebut 2” ayeti ile mantık uyumu içinde olmadığı gibi, Hz. Muhammed’in ekibinden olduğumu öğrenmelerinin, insanlara nasıl bir iyilik olduğu, nasıl bir uyanışa sebep olacağı da belli değildir. Bu ayeti “Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve “Ben selamım Müslüman! Yahudi, ateist, komünist, Ermeni veya homoseksüeller; size asla yalan söylemeyeceğim. İftira atmayacağım. Sözlerime sadık olacağım. Elimin emeği olmayan hiçbir şeye elimi uzatmayacağım. Namusumdan sizin namusunuzu ayırmayacağım. Sebepsiz yere canınıza kıymayacağım. Hayırlı işlerde ve kötülüğü engellemede sizinle yardımlaşacağım. Yemin ediyorum” diyen birinden daha güzel sözlüsü yoktur. “Unutma iyilik, kötülük gibi değildir. Onları en güzel şekilde karşılayabilirsen belki de onlar sana dost olurlar” diye anlamak gerektiğini düşünüyorum. İlkinde “şu gruptanım demen/şu hizbe mensup olman seni kutlu kılar” denirken, diğerinde “seni ancak erdemli hareket etmen/selam olman kutlu kılar” diyen bir mantık vardır. Peygamberler, selam–İslam için toplumlarına kitabı teklif ederler. Bakara 78, Cuma 2, Al-i İmran 164 gibi pek çok ayette ümmilik kavramı ile kitabilik arasında ters yönlü bir ilişkiden bahsedilir. Bu tespit, Rağıp el-İsfehani’nin “ümmi”[7] kelimesine verdiği “konu hakkında bilgisi az olan veya bilgisi olmayan cahil kimse, bir kitapla bağı olmayan El-Müfredat” tanımı ile uyumludur. Türk Dil Kurumunun sözlüğünde; Cahil; “Öğrenim görmemiş, okumamış” diye tanımlanırken, toplumda cahillik-cehalet; bilgisizlik, bilmeme manasında, cahil ise; bilmeyen, ilimden, olgun davranıştan uzak, genç ve tecrübesiz kimse olarak tanımlanır. İslam tarihinin sembol figürlerinden biri Amr bin Hişam’ın, Allah resulü tarafından verilen lakabı Ebu Cehil’dir cahillerin/cehaletin babası. Ancak Amr bin Hişam, TDK’nın da, toplumun da tanımına uymaz. Aşiretinin lideri, edebiyattan ve hitabetten anlayan, Yemen ve Şam taraflarını gezmiş görmüş, Mekke’de okuma yazma bildiği rivayet edilen çok az sayıdaki insandan biridir. Bu tanımla cahil diyebileceklerimiz, okuma yazması olmayan, edebiyattan anlamayan, fakirlikle boğuşan, genç ve tecrübesiz Allah Resulünün arkadaşlarıdır. Ragıp El İsfehani’ye göre cahil “nefsin bilgiden boş olması, konu hakkında fikirleri düşünceleri olmaması”[8] olarak tanımlanmış. Cahiliye ise “bir bilgi, erdem veya fikre sahip olmadan hareket etmektir”[9] denmiş. Yusuf 33, Ahzap 33, Furkan 44, Maide 50, Hud 46, Araf 199 gibi ayetler, İsfehani’nin verdiği anlamın Kur’an’ın, “cahiliye kavramını” kullanma mantığı ile uyumlu olduğuna işaret eder. Bu ayetler incelenirse “cahiliye” kavramının “kitap ehli” olmanın karşı konumunu ifade etmek için kullanıldığını anlamak da mümkündür. İsfehani’nin tanımına da uygun olarak, cahiliye; “üst bir akıl çerçevesinde geliştirilmiş tecrübe, ahlak ve ilkeler olmadan, içgüdülerin ihtiyaç/korku/şehvet yönlendirmesinde hareket etmeye” denir diyebiliriz. Ayetlerde denildiği gibi “hayvanlar gibi[10], hatta daha da seviyesiz” Furkan 44. Bu ayet Türkçe’ye tercüme edildiğinde, Türkçe mantıktan üreyen anlamları da yüklenip aşağılama ve hakaret ifade eden bir tanıma dönüşüyor. Halbuki, aşağılamak için değil, tanım/tespit için kullanılıyor olabilir. Müslüman alim İbn-i Miskeveyh 940-1030, insanın gelişim sürecini formüle ederken Afrikalı kabileleri insanlık seviyesinin en alt tabakasına yerleştirir. “Onlar hayvanilikten sonraki aşamadır. Ar, utanma, edep mahallerini gizleme duygusunu geliştirebilmiş değillerdir. Türkler insanlık aşamasının ikinci ayağıdır. Onlarda ar, utanma, edep yerlerinin örtme duygusu gelişmiştir. Ancak helal haram kavramları, kendi emeğini yeme fikri çiftçilik, zanaatçılık, ticaret gelişmemiştir. İnsanlığın en yüksek aşaması bunlara sahip olup kitap/hukuk/şeriat çerçevesinde toplanabilenlerdir” der. Dikkat edilirse İbn-i Miskeveyh insani gelişim sürecini erdemler üzerinden tanımlamaktadır. Yüzyıl adlı eserinde Alain Badoo “En gelişmiş varlık, kendi kendini evcilleştirebilendir. Allah, insanın kendini evcilleştirme serüvenine verdiği isimdir” diyor. Allah’sız cc bir zeminden söylenmişlik kokusu sinen bu kelimeyi yeniden formüle edelim. İslam, içgüdülerin beşerinin üstüne erdemler giydirerek hayvanilikten insanlığa geçişin adıdır. Beşerin Adem, Yesrib’in Medine olmasıdır. Kitap Nedir? Kur’an, bu hedefin gerçekleşebilmesi amacıyla, Peygamberlere kitap ve hikmetin verildiğini söylüyor. Ancak, kendi zamanlarının dışına düşmüş olan bizlere, “hikmet” kelimesi gibi “kitap” kelimesi de yabancılaşmış bir kelimedir. Vahyi geleneğin “söz” üzerinden olduğunu unutup, sanki peygamberlerin ellerinde gökten indirilmiş kitaplar, sahif[11]eler varmış, ümmetlerine bu metinleri çoğaltıp veriyormuş, hutbelerinde vaazlarında da oralardan bakıp okuyormuşlar gibi algılıyoruz onu. “Ey Yahya, kitaba sımsıkı sarıl” Meryem 12 dediğinde; Hz. Yahya’nın elindeki bir kitaba sımsıkı sarılıp, sürekli okuması, gittiği her yere o kitabı götürüp insanlara onunla öğüt vermesi gerektiğini düşünüyoruz. Ancak hem kâğıdın hem yazının bildiğimiz tarihi bunun mümkün olmadığını ve hatta bizim anladığımız anlamda bir kitabın hiçbir peygamberin elinde olmadığına/olamayacağına işaret ediyor. Kitap Tüm Peygamberlere Verilmiştir. En’am suresinin 84-89. ayetlerinde, adları tek tek anılarak 18 peygamberin hepsine Kitap, hüküm/hikmet ve peygamberlik verildiğinden bahsediliyor. Tüm peygamberlere verilen ortak bir kitabın/metnin olduğu ve peygamberlerin bu kitabı/metni toplumlarına ulaştırmak ve mukim kılmakla görevlendirildiği işaret ediliyor. Kitap; Kur’an, Değildir. Kitap İncil, Tevrat veya Levh-i Mahfuz Da Değildir. Müfessirlerin bir kısmının Kitabın, Kur’an olduğu ve eski peygamberlere de Kur’an’ın bilgisinin verildiğine dair iddialarına Hicr ve Neml surelerinin 1. ayetlerinde geçen “ الٓر‌ۚ تِلۡكَ ءَايَـٰتُ ٱلۡڪِتَـٰبِ وَقُرۡءَانٍ۬ مُّبِين “Elif Lam Ra, Tilke ayat’ül kitabi ve Kur’an’in mübin” “İşte bunlar, Kur’an’ın ve kitabın açık ayetleridir” ifadesi itiraz eder. Görüldüğü gibi bu ayetlerde Kur’an ve Kitap ayrı ayrı ele alınıyor. Maide suresi 110. ayette ve aynı ile Al-i İmran suresi 48. ayette geçen وَإِذۡ عَلَّمۡتُكَ ٱلۡڪِتَـٰبَ وَٱلۡحِكۡمَةَ وَٱلتَّوۡرَٮٰةَ وَٱلۡإِنجِيلَ‌ۖ “…ve iz allemtükel kitabi vel hikmeti vettevrati vel İncil…”, “Biz Meryem oğlu İsa’ya Kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştik” ibaresinden Meryem oğlu İsa’yasav Tevrat ve İncil’in yanında kitap ve hikmetin de verildiğini öğreniyoruz. Bu bilgi Hz. İsa sav’ya verilen kitabın İncil olduğu bilgisi ile çelişir. Elmalılı, Hz. İsa’ya sav verilen kitabın, kitabet manasında masdar olduğunu söyleyip bunun yazma yeteneği olduğunu söylüyor. Ancak Elmalılı da, bu tür kelimelerin Kur’an’ın şiirselliğini, edebi gücünü korumak için araya konulmuş kelimeler olduğunu iddia edenler de bunun sistematiğini vermemişlerdir. Ne zaman bu tekniği kullanacağımız, hangi ayetlere uygulayıp hangilerini muaf tutacağımız belli değildir. Müfessirlerin Kitab’ın, gaybın bilgisi olduğuna dair iddiaları, Kur’an’ın bildirdiği “... gaybın bilgisinin Allah katında olduğu…” Araf 187 ayeti ile çelişir. Hz. Musa’nın sav Tur Dağı’nda iken, kavminin durumunu bilmemesi, Hızır ile yaptığı seyahat esnasındaki şaşkınlığı, Hz. İbrahim ve Hz. Lut’un sav ziyaretçilerin halini bilmemeleri, Hz. Zekeriya’nın Hz. Yahya hakkında, Hz. Yakup’un Hz. Yusuf ve Hz. Bünyamin hakkındaki çaresizliklerini anlatan ayetler, peygamberlere verilen kitabın gayb bilgisi olmadığına delil sayılır. Kimi müfessirler ise kitabı “Levh-i Mahfuz” olarak düşünmüşlerdir. Ancak elimizde olmayan, yerle gök arasında bir yerde olan, kimsenin içeriğini bilemediği, okuyamadığı, göremediği bir kitabın, ümmet üzerinde hiçbir fonksiyonu olamayacağı açıktır. Bu anlamı kabul etmemiz durumunda, Allah’ın insanlara gönderdiği kitap, insanlar tarafından Allah’a geri gönderilmiştir önermesini de kabul etmemiz gerekecektir. Kur’an, Kitab’ı Açıklamak Misyonu İle İndirilmiştir. Yunus suresi 37. ayet Kur’an’ın Kitabı açıklamak misyonu ile gönderilmiş olduğunu söyler. “Hezel Kur’ane en yuftere mindunillah, velakin tasdikellezi beyna yadeyhi ve tafsilel kitabi…” وَمَا كَانَ هَذَا الْقُرْآنُ أَن يُفْتَرَى مِن دُونِ اللّهِ وَلَكِن تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ الْكِتَابِ لاَ رَيْبَ فِيهِ مِن رَّبِّ الْعَالَمِينَ “Allah’tan başkası tarafından dokunulmamış olan bu Kur’an, ellerinin arasındaki kitabı tasdik ve tafsil detaylandırıp onaylar eder.” Al-i İmran suresi 7. ayet “… Sana Kitab’ı indiren O’dur Allah cc. Ondan bir kısmı muhkemdir ve bunlar kitabın anasıdır/aslıdır…” ümmül kitab şeklinde geçen ibare bize kitabın bazı ayetlerinin diğer ayetlerden farklı bir misyon üstlendiğini işaret ediyor. Kitap, Allah tarafından doğrulanmış sabit ilkeler, prensipler, kanun ve şeriattir. Beyyine suresi 3. فِيهَا كُتُبٌ قَيِّمَةٌ Fîhâ kutubun kayyimehkayyimetun Beyyine 3 .O kitaplar doğrulanmış/sabitlenmiş hükümlerdir. Bu görüş, Şura suresinin 13. ayetiyle “Allah dinden Nuh’a buyurduğu şeyi size de kanun /şeriat yaptı. Sana vahyettiğimizi İbrahim’e Musa’ya ve İsa’ya da şeriat/yasa/hukuk kıldı.” ayetiyle de desteklenebilir. “Nuh’un ilkeleri”ne daha sonra değinilecektir. Ragıp El İsfehani Müfredat’ında, Kitap kelimesini açıklarken “çengelli iğne ile tutturulmuş sahifeler, bir araya getirilmiş kelimeler/sahifeler/ayetler” diyor./ Muhammed Hamidullah, Konfüçyus’un hukuk kitabı “Şu-King”in aynı zamanda kitap manasına geldiğini söylerken, kitap kelimesini Allah’ın hükmü/yargısı, hukuk ve kitap kelimelerini aynı anlamda birleştirir. Bu tanımdan hareketle Kitab[12]ı, bir araya getirilmiş ilkeler, prensipler, üst metin, şeriat ya da hukuk olarak tanımlayabiliriz. Kur’an, Tevrat ve İncil bu temel ilkeleri tafsil eder, tasdik eder, açıklar. Bu ilkelerin başına gelen çarpıtmaları, yoldan çıkarmaları, ters yüz etmeleri örnekler. Kadim tecrübeyi sonraki nesillere aktarır. Yani Sebe Melikesi’nin kıssası, Yusuf Kıssası, Hızır ile Musa, Zülkarneyn kıssaları, ilkeleri açıklamak, oturmasını sağlamak, örneklendirerek anlatmak, yoldan çıkmalara ve çarpıtmalara karşı uyarmak için anlatılmış, kitabı ilkeleri açıklayan Kur’an’dan olup, kitaptan olmayan kelimelerdir. Hz. Yunus’un sav ya da Sebe Melikesi’nin kıssasını bilmemek, yaşanmış ya da mitolojik bir vakıa olduklarını iddia etmek imani bir mesele değildir. Kimseyi Müslüman emniyet, barış sahibi yapmaz. Ama sözün kıymeti, doğruya şahitlik etme ilkesi gibi kelimler kitaptandır. Kitab’ın temel prensipler olduğu bilgisinden hareketle Kur’an’da sık sık geçen; • “kitaba/ayete sımsıkı sarıl/sarılırdı.” Meryem 14, Araf 170, O kitaptan, temel prensiplerden, kaidelerden asla taviz vermezdi, • “O kitabın ayetlerini az bir pahaya sattı” Bakara 41, Kısa dönemli beklentiler, çıkarlar uğruna temel prensipleri terk etti, • “Kitaba varis kılınanlardan…” Araf 162, Temel prensipleri korumaya söz verenlerden/görevli olanlardan, • “… kimileri kitabın bazı ayetlerini inkâr ederler….” Rad 36, Temel ilkelerin bazılarını red ederler, hayatlarına sokmazlar, • “Onlardan bir grup var ki, Kitab’dan olmadığı halde Kitab’dan sanasınız diye Kitap’tanmış gibi dillerini eğip bükerler ve, “Bu, Allah katındandır” derler. Al-i İmran 78, Kendi çıkarlarına uygun kelimeleri, temel prensipler diye takdim ederler, • “Bunlar kitabın ayetleridir.” Lokman 2, Hicr 1, Rad 1, Dikkat edin bahsedilen/bahsedilecek konular temel ilkelerdendir. • “Kitap yüklü eşekler.” Cuma 5, Onlar yığın yığın kurallar öğrenmiş, yüklenmişlerdir, gibi anlamanın öze daha yakın olacağı kanaatindeyim. Ehl-i Kitap; Kitabı, üst değerler, ilkeler olarak tanımladığımızda; “ehl-i kitabı” değerlerini, ilkelerini, prensiplerini, şeriatını, hukukunu üretebilmiş bu ilkeler, şeriat, hukuk etrafında bir araya gelebilmiş topluluk olarak tanımlamak gerekecektir. Hali hazırdaki dilin/mantığın bakış açısı ile “Ehl-i Kitap” tabirini kendilerine bir peygamber ve peygamberle birlikte vahiy/kitap verilmiş topluluk manasında kullanmayı ve anlamayı tercih ediyoruz. Ancak, bu bakışla Kur’an da, Allah’ın Bakara suresi 62. ayette Sabiileri, Ehl-i Kitap’la birlikte anıp “Onlar için korku yoktur” demesi çok can sıkıcı bir dilemmaya dönüşüyor. Halbuki bizim gibi düşünmeyen öncü Müslümanlar, karşılaştıkları ya da yönetici oldukları Hindu, Sih gibi farklı toplumları Ehl-i Kitap saymışlardır. Ehl-i Kitap; erdemler, hukuk, şeriat üretip bu ilkeler çerçevesinde toplanabilmesi ile cahili topluluklardan ayrılır. İçgüdülerin ihtiyaç, şehvet, korku belirlediği ilişkilerin yerini, toplumun ortak kanaat ve tecrübelerinden neşet eden bir mantığın, hukukun, şeriatın, kitabın alması o toplumun, insanileşme sürecinde önemli bir adımdır. Ancak Ehl-i Kitap nihai hedef olarak değil, murad edilen selam toplumu ile cahiliye toplumu arasındaki ara formdur. Değerler etrafında toplanıp Kitabileşen Ehl-i Kitab toplulukların bir kısmı “selam”laşma becerisini, üst bir mantığa geçebilme yeteneğini de gösterebilmişlerdir. Kitap Ehli’nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar Al-i İmran suresi, 113. Ancak çoğunluğu öyle değildir.”Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu fasık kimselerdir” Âl-i İmrân , 110. Ehl-i Kitap konumuna gelmiş, üst değerlerini üretebilmiş topluluklar, azalarına beraber hareket edebilme, ortak bir güç, merkez ve ideal uğrunda kenetlenebilme yeteneğini kazandırırlar. Böyle topluluklar güçlenip medeniyetlerini inşa edebilecek enerjiyi üretebilirler. Peygamberler/vahiy burada devreye girip Ehl-i Kitab’a ortak değerleri, tüm insanlık için selam olabilecek değerlerden edinin. Edindiğiniz gücü kendi menfaatinize, başkalarının zararına kullanmayın. Kibirlenmeyin. Kendinizi özel, yüce, üstün, kıymetli görüp diğerlerinin boynuna zincir, sırtına yük vurmayın der Araf, 157. Bu zaviyeden bakılınca kendi değerlerini üretebilmiş, ancak Resullerin ve vahyin uyarısını dikkate almamış Batı Medeniyetini, Ehl-i Kitap olarak tanımlamak mümkündür. Vahyi dikkate almamış bir medeniyetin, dışarıda kalanlar için nasıl bir zulüm mekanizmasına dönüşebileceğinin şahitleriyiz. Batı Medeniyeti kendi toplumlarında kitabiliği üst ilkeleri, hukuku, şeriati inşa edebilmiş ancak kendi toplumlarının dışında kalanlara korkunç zulümler yapmış ve yapmakta olan bir medeniyet olmuştur. Buraya kadar 3 farklı toplum yapılanması tanımlamış olduk. “Sor o kitap verilenlere ve ümmilere İslam’ı kabul ettiniz mi? Al-i İmran 20. 1Cahili; Bir erdem, bilinç, hukuk tanımayan içgüdü merkezli hareket. İnsanların geneli böyledir. Merkezi "Ben"dir. Burada Küfür kelimesine bir parantez açmak gerekiyor. Kâfir/küfür, şer’i merkez alan harekettir. Haksızlığın farkında olup, tercih etmektir. Hak’ın aynı anda Allah’ın ismi olması bir tesadüfün neticesi değil, Aziz İslam’ın temel dinamiklerinden olmasındandır. Haksız; Allah’sız, Allah’ın/Hakk’ın tarafında olmayıp, Allah’ı/Hakk’ı bilerek karşısına alandır. Haksız, Hakk’ın gizlenmesinden, örtülmesinden, karartılmasından gelir/güç/iktidar elde eden ve bunu meşru görendir, kâfirdir. Mevcut dil küfrü/kâfiri, Hz. Muhammed sav topluluğunun karşısında olmak diye tanımlarken grupçu/hizipçi noktadan hareket etmektedir. Küfrün/kâfirin, “Hakk” ile olan bağı da kopmuştur. 2Ehl-i Kitap; Kitabını, ilkelerini, hukukunu geliştirebilmiş, bunlar çevresinde birliğini sağlayabilmiş toplum. İyiyi ve adaleti çevresine, cemaate yöneltebilmiş, "ben"in yerini "biz" almış harekettir. Rahmeti "Ben"liği aşmış toplum için isteyebilmektir. 3İslam; Erdem merkezli, kitabiliğini ve medeniyetini vahiyle terbiye edebilmiş toplum. Sadece ben ve bizin değil alemin hatırını, adaletini, iyiliğini gözetebilmektir. Alemlere rahmet olabilmektir. Tüm peygamberler gibi Hz. Peygamber de, cahili toplulukları içgüdülerin merkez alındığı bir hayattan, erdemlerin merkez alındığı hikmet bir hayata davet ederek, onları selam üzerinde ahidleşmeye çağırıyor. Kur’an’ın birçok ayetinde bu ilkeler üzerinden alınan biata/yemine atıf yapılır. Ancak hali hazırdaki dil, Müslümanın Resulle/vahiyle bir biat ilişkisi içinde olması gerektiğini gizliyor. Biatleşme/ahidleşme erdemler/ilkeler üzerinde anlaşmaktan geçmiyor, takım değiştirmekten veya yüce bir kişiliğe/cemaate intisab etmekten geçiyor. Resuller Toplumlarından Kitap/Temel İlkeler Üzerine Biat İstediler. Var olan dil, biat’i “boyun eğmek, sorgusuz sualsiz, canları/kanları ile peygamberin emrinde olduklarını beyan etmek” şeklinde sunuyor. Bunun bilinçli bir çarpıtma veya göz ardı etme olduğunu düşünmemek elde değil. Çünkü Hz. Ali ra sonrası güç sahibi liderler, peygamberlerin varisleri olduklarını iddia ederek, tüm Müslümanlardan kan, can ve malları ile sorgusuz sualsiz biati boyun eğmeyi beklemeyi, peygamberin biat almasından hareketle meşru saydılar ve saymaya devam ediyorlar.[13] Ancak Akabe’de önce erkeklerden sonra kadınlardan alınan ve Kur’an’da Mümtehine suresi 12. ayette anlatılan “Kadınlar biatı”, vakıanın günümüze hakkıyla yansımadığını söylüyor. Ayette, gelenler sorgusuz sualsiz sana itaat etsinler demiyor. Kendisi üzerinden değil, erdemler üzerinden bir birliktelik için biat istetiyor. Kendisinin de birey olarak yemin edeceği, en az diğerleri kadar sorumluluk altına gireceği bir birliktelik cem olmak/cemaat tanımlanıyor. “Uzatın ellerinizi kitabın çevresinde toplanıp yeryüzünün ıslahçıları olalım, İslam’ı dar’üs selam inşa edelim” deniyor. Altı çizilmesi gereken, Kur’an’ın, İnsan -Allah/vahiy ilişkisini tanımlarken formüle ettiği “…semi’nâ ve ata’nâ…” “..işittik ve itaat ettik…” Bakara 285 ilişkisinin iki ayağının da sorunlu/kırılmış olduğudur. İlk ayak olan işittik ibaresinin muhatabı yoktur. Ortada işitilecek işitilmesi gereken bir kelimenin olması gerektiği gizlenir. İşitilecek şey yücelerde tanımlanarak anlamsız/işlevsiz kılınır. İşitilmesi gerekenin Resul/vahiy üzerinden kitap olduğu, verilen biatin peygamberin kendilerinden istediği ilkeler olduğu göz ardı edilir. İşitilen bir şey olmayınca, boşluk din diye vaaz edilen ritüeller veya menkıbelerle doldurulur. Tuvalet terbiyesi bile iman meselesi gibi sunulup sayfalarca konu edilebilirken, Resulüllah’ın sav biatı, yöneten-yönetilen ilişkileri hilafet-saltanat, paranın İslam ekonomisi ve zamanın sarfı gibi konular başlık olarak bile ele alınmaz. Allah’a inanmak, O’nun varlığına inanmak olarak tanımlanarak, kelam/vahiy ile olan ilişki koparılıp konuşan, görüş bildiren Allah cc susturulup, O’na kulak vermeye, onu işitmeye çalışanlar O’nun adına söz alanlara mahkum ediliyor. Allah’ın sesi işitilmeyince, ikinci ayak “itaat” de gerçekleşmiyor. Kime itaat edilecek sorusunun cevabını yine “O’nun adına söz alanlar” cevaplıyor. Biat Ne Üstüne Alınır? Akabede, genç kızlardan ihtiyar kocakarılara kadar herkese, kolayca anlayabilecekleri bir şey teklif ediliyor Mümtehine 12. Teklif edilen ilkeleri kabul ederlerse, “biatlarını kabul et” denilerek peygambere inisiyatif bırakılmıyor. Biatı kabul eden bizzat Allah cc oluyor. Onlar artık sendendir, seninle kardeştir, sözlerini tutarlarsa cennettedirler deniyor. Yemine katılan herkes, ilkelerden birini bile kabul etmemeleri durumunda, Hz. Muhammed’in takımından olmalarının, O’nun ümmeti olduğunu iddia etmelerinin, Müslüman oldum barış, emniyet, güven ehliyim demelerinin mümkün olmadığını biliyor. Bu emirler; • Yüce olan Allah’tır, Ondan başka kutsal şahıs, cemaat, grup, parti, mezhep, peygamber, vatan, şirket, nesne yoktur. Kimse, kendini, kutsalını yücelterek, diğerlerini ona tabi olmaya zorlayamaz, zulmedemez, kafasında odun kıramaz. Sorgulanamaz, eleştirilemez, eksiksiz, mükemmel, hüküm sahibi, Hak olan, bilen ve azap edecek olan Allah’tır la yüs’el amma yef’al.. Enbiya 23. • Emeğinizden başkasına elinizi uzatmayın. “Size kendi elinizin emeğinden başkası yoktur”Necm 39. Hırsızlık yapmayın diye tercüme edilen emri, yeniden formüle etmemiz gerekiyor. Çünkü paratapar kapitalist anlayışın tanımladığı hırsızlık, fakirin zenginden almasıdır.[14] Kur’an sadece fakirin zenginden almasını yasaklamaz. Zenginin de fakirden almasını yasaklar. • Zina etmeyeceksiniz. Namus ve şeref kavramları cahili topluluklarda sadece kadın erkek ilişkileri üzerinden tanımlanır. Horozun namusu tavuklardır. Tavukların yanına gitmediğiniz sürece horozun namusuna halel gelmez. Halbuki Resullere; hırsız, faizci, riyakâr, gösterişçi vs derseniz onların namusunu/şerefini kirletmiş olursunuz. Mevcut dille geçimini haramdan elde ediyor olmak, namusa/şerefe halel getirmiyor. Zekâtı ödenmiş, vergilendirilmiş kazanç temizlenmiş oluyor. • Öldürmeyeceksiniz. Kadınlar biatında çocuklarınızı öldürmeyeceksiniz şeklinde geçen emir, erkeklerin biatında “öldürmeyeceksiniz” diye geçiyor. Maide suresinde Habil ile Kabil’in kıssası yeniden okunmaya muhtaçtır. • Sözünüzün kıymeti olacak. Yalan söylemeyeceksiniz. İftira atmayacaksınız. Zanda, tahminde bulunup gerçekmiş gibi aktarmayacaksınız. Ahidlerinize, sözlerinize, yeminlerinize, antlaşmalarınıza sahip çıkacaksınız. Kendi aleyhinize olsa bile adalete zarar vermeyeceksiniz. • İyilikte yardımlaşacaksınız. Yardımlaşmaya gücünüz yetmezse, ya da iyiliğe ikna olmazsanız, engel de olmayacaksınız. Akabe’nin, 75’lik nineleri bile istenilenleri ve yapmaları gerekeni anlayabildiler. Bir Tanesi İslam’ın Şartları Arasına Giremiyor. Mevcut din dili ile ben Müslüman olmak istiyorum diyen hiç kimseye, Akabe’de Allah’ın Resulünden şart koşması için istediği ilkeler hatırlatılmıyor. Bu ilkelerin hiçbiri İslam’ın şartlarının arasında kendine yer bulamıyor. Mevcut dilin İslam’ın şartları olarak andığı maddeleri de Mümtehine suresi anmıyor. İtiraz edilip ilk elde yok gibi görünse de aslında bunlar onların içindedir denilebilir. Bu itiraz doğru olsa bile, kitabın/ilkelerin geriye itildiği, olsa ne güzel olur üzerinden konuşulduğu da gizlenebilecek gibi değildir. Müslüman olacağım diyen birine “bak şu andan itibaren sadece kendi emeğini yiyecek, yalan söylemeyecek, tahminde/zanda bulunmayacak, kendi namusunla başkalarının namusunu ayırmayacaksın. Yemin eder misin?” denildiğini görmedim, duymadım. Kitab’ın İçeriği / Ayetleri Mümtehine suresinde 6 ayette/şartta toplanan Kitap diğer surelerde de sık sık tekrarlanır. Bazen bu emirler daha kısa şekilde anılırken, bazen bunlara birkaç emir daha ilave edilir. Sureler bu emirlerden bir ya da bir kaçını açıklar, örneklendirir ve tafsilatlandırır. En’am suresinin 151-156.[15] ayetlerinde “bizim kitaptan haberimiz yoktu demeyesiniz diye size bunları sayıyoruz” denilerek Kitap konusu işlenir. “Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını söyleyeyim. Allah’a şirk koşmayın. Ana-babaya hürmet edin. Çocuklarınızı öldürmeyin. Cana kıymak haram edilmiştir, adalet dışında öldürmeyin. Kötülüğe yaklaşmayın. Mahremi araştırmayın. Yetimin malına dokunmayın. Ölçü-tartıyı tam tutun. Adaleti gözetin, yalan söylemeyin” denilir. Ayetin devamında “Allah size bunu emretmiştir, Allah’a verdiğiniz sözü ve O’nun size gösterdiği yolu tutun, başka yollar edinmeyin. Rablerine giden yolu göstermek, onlara rahmet edip açıklamak için Musa’ya verdiğimiz kitap da buydu. Kitap sadece bizden öncekilere verildi bizim haberimiz yoktu demeyesiniz diye, onu size de gönderdik...” denilerek Musa’ya verilen kitapla Hz. Peygambere verilen kitabın aynı olduğuna da dikkat çekilir. Bakara suresi 83-84’te; hani şunlar üzerine sizden söz almıştık denilip, Kitab’ın ayetleri sayılır. “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Anaya babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara güzel muamele edin, insanlara tatlı söz söyleyin, namazı hakkıyla eda edin, zekâtı verin. Birbirinizin kanını dökmeyin. Birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın”. Sonrasında Allah cc sözünüzü niye tutmuyorsunuz diyerek kullarından şikayetçi olur. İsra suresinde 22-39[16] ayetlerinde konu daha geniş ele alınıp “şirk koşmayın, anne babaya hürmet edin, akrabaya/yoksullara/yetimlere sahip çıkın, insanlara güleryüz gösterin/tatlı dille muamele edin, Allah’ın adını yüceltin/namazı kılın, zekâtı verin, birbirinizin kanını dökmeyin ve birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın” denilerek temel ilkeler peşpeşe sıralanır. Konu Meraiç suresi 22-35[17], Mü’min’un suresi 1-10[18], Bakara 177[19], Meryem suresi[20], Lokman Suresi ve başka surelerde de işlenir. Hz. Nuh’a sav atfedilen ve Nuh’un 7 kuralı/kanunu olarak bilinen “Allah’a şirk koşma, Allah’ın adını yücelt ve ona küfretme, cinayet işleme, cinsel ahlaksızlık yapma, hırsızlık etme, adil ol ve adaleti koru, canlı bir hayvanın etini kopartıp yeme” ilkeleri de hatırlatmak istiyorum. Burada Şura suresinin 13[21]. ayetin de Nuh’a emredilenin bize de emredildiğinin söylendiğinin de altını çizelim. Görüleceği gibi Kur’an’da aynı ilkeler değişik konfigürasyonlarla önümüze çıkarılıp bu ilkelere sadık olun diye defalarca hatırlatılıyor. Bazen tek bir madde, bazen 2-3, bazen de daha fazlası beraberce işlenip bunlar üzerinden ahlaklı erdemli bir topluluk selam/İslam ve bir belde dar’ül İslam inşa edilmek isteniyor. Var olan dil, dini törenler üzerinden tanımladığından bunları geri plana itiyor. Kur’an’ın, kitap merkezli anlayışı ise dini, erdemlerin üzerinden bir tanımlamaya zorluyor. Mevcut dille dinin direği namaz iken, Maun suresi, yetimlere el uzatmayan, garipleri sahiplenmeyen salat ehline lanet edip, Ahiret’i inkâr etmekle suçluyor.[22] Ümmetleri, Peygamberlerine İhanet Ettiler. Peygamberlerden sonra gelip, kitaba sahip çıkması varisçiler gerekenler, öncülerin kurduğu medeniyetin refahı içinde içgüdülülerini terbiye etmeleri gerektiğini, hak ve adaleti ayakta tutma sorumluluğunda olduklarını unuturlar. Öncülerinin erdemli olmasının kendilerini de erdemli kılacağını zannederek, yüce varlıklar olduklarını, Allah’ın sevgilileri, yeryüzünün kıymetlileri olduklarını düşünmeye başlarlar. Araf 169 Kitabı/temel ilkeleri önemsiz ve ihmal edilebilir bulurlar. Kitaptan işlerine gelen kısmını alıp, bir kısmını terk ederler. Temel ilkeleri/kitabı ters yüz edip, peygamberler öncesi cahili mantığı yeniden ihya ederler. Peygamberlerin yıktıklarını inşa edip, inşa ettiklerini yıkarlar. Kur’an, Tevrat, İncil ve Zebur bu süreçleri anlatarak bizi uyaran ilahi öğütler, ikazlardır. “Bunun üzerine o zulme devam edenler sözü değiştirdiler, onu kendilerine söylenildiğinden başka bir şekle soktular. Biz de kötülük yaptıkları için o zalimlere murdar bir azap indirdik.” Bakara 59 “Biz Nasranileriz” diyenlerden de kesin sözlerini almıştık ama onlar da kendilerine zikredilen öğütlerin/Kitab’ın önemli bir bölümünü unuttular Maide 14. Ben-i İsrail kıssaları bu konuyu anlatmak için indirilmişlerdir. Hz. Musa as ve kavmi, Kur’an’da en uzun anlatılan, en çok detaylandırılan örnektir. Bunda kurulmakta olan İslam toplumuna en fazla benzeyen toplumun Ben-i İsrail olması etkilidir. Hz. Musa’nın as kavmi peygamberine biat etmiş, peygamberi ile hicret etmiş, O’nun ardında namaz kılmış, cihada çıkmış bir kavimdir. İsrailoğulları denizi geçmeden hemen önce, Allah tarafından onaylanmış bir kavim iken[23] Filistin’e girişte lanetlenmiş bir topluluğa Yahudi dönüşmüşlerdir. [24]Lanetlenmiş bir topluluğa dönüşmelerinin serencamı aynı zamanda 10 emrin kitabın başına gelenlerin de macerasıdır. Hani, sizden sağlam bir söz almış, Tûr dağını da tepenize dikmiş ve sakınasınız diye, size verdiğimiz Kitab’ı sıkı tutun, onun içindekileri düşünün gafil olmayın” demiştik Bakara 63. Ne yazık ki Hz. Musa’nınsav ümmeti gibi, Hz. Muhammed’insav ümmeti de onca örneklemeye, uyarmaya rağmen, Ben-i İsrail’in kitaba yaptıklarını yaptı ve temel prensipleri ters yüz etti. Şerhsiz gelen emirlere şerh koyarak yönünü değiştirdi. Peygamberlerden sonra gelip, kitaba ve medeniyete sahip çıkması varisçiler gerekenler, içgüdülülerini terbiye/kontrol etmeleri gerektiğini, hak ve adeleti ayakta tutma sorumluluğunda olduklarını unuttular. Öncülerinin erdemli olmasının kendilerini de erdemli kılacağını zannederek, ne kadar yüce varlıklar olduklarını, Allah’ın sevgilileri, yeryüzünün kıymetlileri olduklarını [25]düşünmeye başlarlar. Araf 169 [26] Bu topluluk öncülerin inşa ettiği medeniyet için de şımarıp, kitabı temel ilkeleri terk ederler. Kitabı önemsiz ve ihmal edilebilir bulurlar. Onların işlerine gelen kısmını alır bir kısmını terk ederler. Onlar öncülerin yaptıklarını yıkmaya yıktıklarını yapmaya başlarlar.[27] -“Yüce olan yalnız Allah’tır”ı değiştirip; Bizim liderimiz/ cemaatimiz/ mezhebimiz/ peygamberimiz hariç Allah’tan başka özel/seçilmiş/yüce/büyük/üstün/bilen yoktur. Yaptılar. - “Öldürmeyeceksin” emrini; Bizden olanı öldürmeyeceksine çevirdiler. - “Yeryüzünü ıslah edin” emrini; Grubunuzu, cemaatinizi/hizbinizi, evinizi ihya edin. - “İhtiyaç sahiplerine, yolda kalanlara, yetimlere, akrabaya verin” emrini; Cemaate, gruba, lidere verin. - “Yalan söylemeyin, hakkı/adaleti ayakta tutun” emrini; Dinin, cemaatin, liderin maslahatını gözetin. - “Büyüklenmeyin, özel olduğunuzu iddia etmeyin” emrini; Sadece bizden olan kurtuluşa erer. Fırka-i Naciye meselesine döndürdüler. - “Elinizi emeğinizden başkasına uzatmayın” emrini; Bizden olanın malına elinizi uzatmayına. - “Namusunuza sahip çıkın, pislikten uzak durun” emrini; Kadınlarınızı erkeklerden uzak tutun. Emrine döndürdüler. - “Allah Hak/Selam/İslam uğrunda cihad edin” emrini Cihad, cemaate çağırmak tebliğ! ve cemaate hizmetten ibarettir. Emrine döndürdüler. - “İyiliği emredip kötülükten nehyedin” emrini; bu emir Mutezile ile birlikte bitmiştir. Dediler. Sonsöz Selam olduğunu Müslüman söyleyen bizler, selamın ne olduğunu unuttuk. Sözü değiştirdik. Kitabı ve biatı unuttuk. İlkelerimizi, prensiplerimizi terk ettik. Müslüman topluluklar yalan söylemezler, harama el uzatmazlar, kan dökmezler, başkalarının şerefine kendi namus ve şerefleri gibi saygı gösterirler, kimsesizlere sahip çıkarlar, yığmazlar dedirtemiyoruz. Zillet içinde kaldık. Ellerimiz birbirimizin boğazında, malında, kanında. Sürüler halinde boğazlaşıyoruz. Allah için ehl-i secde boğazlayan cihad/gaza ehliyiz. Sözümüzün ve ahdimizin kıymeti yok. Her tarafta kutsal gruplar, liderler, üstadlar, mezhepler var. Kibrimizden kimsenin sesi kulaklarımıza erişmiyor. İçimizdeki ilim ve akıl sahiplerini susturuyor, onları tehdit ediyoruz. Birbirimize güvenmiyor, birbirimizden emin olamıyor, birbirimize borç veremiyoruz. Allah’ın, güçlü kulları ile tepemize bombalar yağdırmasının, kapı kapı dolaşıp bizleri toplatmasının ne demek olduğunu anlamıyor, üzerimize alınmıyoruz. Gözlerimizi gökyüzüne dikmiş bekliyoruz. Acaba oradan bir mucize, bir kurtarıcı mehdi/lider gelip, üzerimize çöken bu karabasandan bizi, Allah’ın en hayırlı ümmetini, en sevgili kullarını kurtarır mı diye. Halbuki Kur’an; gözlerini gökyüzüne dikip mucize bekleyen İsrailoğulları’na “Musa’ya bazı ayetler verip Firavun’un sarayına göndermiştik. Ve Musa, O ayetler ile Firavun’un düzenini/sarayını tepesine yıkmıştı. Şimdi siz de kitabınızı hatırlayın ona sımsıkı sarılın” demişti. İlkeler, erdemler üzerinden yemin edip, bunlar üzerinden bir araya gelip, yardımlaşan bir topluluk olduğumuzda rahmet üzerimize gelecektir. Biz nitelikli, kitap ve hikmet sahibi bir topluluk olduğumuzda üzerimizdeki lanet de kalkacaktır. Çünkü Allah zalim değildir ve Allah’ın katında sözde bir değişme olmaz Kaf 29. Bizim ilmimiz buna yetti, doğrusunu Allah bilir. [1] Okumalarım sırasında aldığım bu notun kaynağını not etmemişim [2] Dil; Kalp, gönül Fars [3] Ölünün, cenaze yıkayıcısının elindeki teslimiyeti gibi bir teslimiyet gerekir anlamında kalıplaşmış söz [4] Müslim 145, Tirmizi 2764 [5] İbranice selam şalom, Kudüs için kullanılan darüsselam- Jerusalem kelimesi aynı kelimedir. [6] Takva kelimesi üzerinden, anlamın sadece Allah’ın tespit edebileceği bir mevkiye gönderilmesinin nasıl bir sonuç verdiğini anlatmak için bir örnek vermek istiyorum. Kıymetli bir koltuğumuzun olduğunu var sayalım ve bu koltuğa kim oturacak sorusuna cevap arayalım. Cevap; Elbette takvalı olan oturacaktır. Peki Takvalı olan kimdir? A Takva Allah’a karşı sorumluluktur. Allah’a karşı kimin sorumlu olduğunu yalnız Allah bilir. Bunu biz bilemeyiz. O halde koltuğa kim oturacak? Elbette bunu daha önce takvasını ispat etmiş olan bir önceki koltuk sahibi belirleyecek. Oğlu ya da damadı.. B Takva, halka karşı sorumluluğunu taşıyabilecek, topluma hesabını verebilecek olan, hesabın endişesini sıkıntısını taşıyan. Toplumun, takvasını topluma karşı sorumluluk bilincini görüp tespit edebileceği bilebileceği birisidir. Eğer takva Allah’a karşı korunma, korkma duygusu ise kimin takvalı olduğunu sadece Allah bilir ise; koltuğa kim oturacak sorusunun cevabı da Allah bilire dönüşüyor. Toplum takvalı olanı sorumluluk sahibini, topluma faydalı olanı, yetkin, layık olanı tespit edemez, onu sadece Allah bilir ise toplum yöneticisini de tespit ve talep edemez. Peki, kim oturur koltuğa elbette şeyhin, kralın oğlu oturacaktır. Dikkat çekmek için soruyorum. İslam toplumlarının din dilini kullanan kurumlarında/cemaatlerinde yerine aday göstermeyen Hz Muhammed, Hz Ali gibi öncülerin sünneti mi, yoksa Yezid’i yerine oturtan Muaviye’nin sünneti mi yaşatılmaktadır. [7] Rağıp el-İsfehani’de ümmi kelimesinin anlamını konu hakkında bilgisi az olan kimse anlamına geldiğini cehalet anlamında kullanıldığını yazar. Bu kök “ümmiyyetü” şeklinde kullanılırsa gaflet ve cehalet anlamını ifade eder ki “el-ümmî” kelimesi bu köke nispet edildiği taktirde, “bilgisi az olan kimse” anlamını taşır. Râğıb el-İsfehânî, Ebu’l-Kasım Hüseyin b. Muhammed, Müfredâtü Elfâzıl-Kur’an, Beyrut, 1997, Kur'an da Ümmi Kavramının Semantik Analizi Ve Bu Bağlamda Hz. Peygamberin Ümmiliği Meselesi Mehmet SOYSALDI* Songül ŞİMŞEK** [9] Ragıb el-İsfehâní “cehl”e üç anlam vermektedir -Birincisi, nefsin bilgiden boş olması, Konu hakkında bir fikirleri düşünceleri olmaması -İkincisi, gerçeğin dışında bir şeye inanma,-Üçüncüsü, bir konuda yapılması gerekenin veya hakkın tersini yapmadır Müfredat, s 143 [10] [10] Hayvanlar gibidirler; Bulduğu her şeyi bir köşeye, bankaya veya toprağa gömmenin, farelerin, sincapların, köpeklerin bulduklarını bir kovuğa, bir deliğe veya toprağa gömmeleriyle aynı refleksin sonucudur. Tüm hayvanların yavrularına kıymet ve değer verdiklerini, ancak anne babasına hürmet etmenin İnsani bir davranış olduğu Tilkinin hırsızlığının, çiftçiye kötülük yapmak için olmadığını, derdinin sadece karnını doyurmak olduğunu, insanların çoğunun başka insanlara verdiği zararın böyle bilinçsiz davranışlardan kaynaklandığını ün insandaki yığma, biriktirme, bir bankaya gömme güdüsünün aynı olduğunu, Hayvanlar gibi yavrularına dikkat ve öze Örneklemek istiyorum. Ortada bir yiyeceğin var olduğunu tasavvur edelim. Yeryüzünün tüm varlıkları, aç oldukları takdirde, imkan buldukları anda o yiyecekten karınlarını doyurup, ihtiyaçlarını giderirler. cahiliye; iç güdüsel/hayvani davranış İnsanların çoğu böyledir. Ankebut 63,Nahl,38-75, Rad 1 bilinçsizlik halidir . Tilkinin çiftçi,nin tavuğunu çalması ona zarar vermek için değildir. Bütün derdi sadece ihtiyacını karşılamak istemesidir. Onlardan çok azı, aç/ ihtiyaç sahibi olmasına rağmen helal mi haram mı? Diye sorar. Benden daha fazla ihtiyaç sahibi, paylaşmam gereken başkaları var veya kendimi adadım, oruçluyum diye erdem merkezli hikmetli bir davranışta bulunabilir. Meleklerin secde ettiği, eşrefi mahlukat-yaratılmışların şereflisi Bakara, 34 Yine onlardan az bir grup karnını doyurduktan sonra, başkası bundan faydalanmasın diye kalanı kirletebilir, saklayabilir ya da yok edebilir. kafir; belhum adal-hayvandan da aşağıFurkan, 44 [11] Suhufu/sahifeleri, yine modern zamanlardan kağıt ve yazı ile irtibatlandırarak anlıyoruz. Ebu Zer’e ra atfedilen zayıf olduğu düşünülen bir hadiste Hz Adem’e indirilmiş 10 sahifeden bahsedilir. Bunu modern zamanlardan düşünüldüğümüzde ravinin, kağıt ve yazının da Adem’le birlikte aynı anda gökten indirildiğini, Hz Adem ve çevresindekilere, yine ilahi müdahale ile okuma öğretildiğini söylediğini düşünmemiz gerekecek. Ravinin muradının Adem’in elindeki bir kağıt ve o kağıda yazılı bir metin olmadığını, 10 suhufu 10 sözlü emiri, 10 prensipten bahsettiğini düşünmek kendi zamanına daha uygun düştüğünü düşünüyorum [12] Zebur, her şehrin kapısına ya da meydanına konulan, taş bir levhaya oyulmuş o toplumdaki kanunları veya üzerinde anlaşılan ortak metni yani kitabı duyuran bildiridir. [14] Bir yerde yol keser, mesela bir bankacıdan 50 TL’yi bıçakla alırsanız gasp ve hırsızlıktan yargılanır uzun süre hapiste yatarsınız. Aynı bankacı sizin hesabınızdan, kredi kartınızdan ya da telefonunuzdan aynı miktarı alırsa buna hırsızlık diyemezsiniz, suç duyurusunda bulunamazsınız. [15] 151. De ki Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin -sizin de onların da rızkını biz veririz-; kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah'ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız. 152. Rüşd çağına erişinceye kadar, yetimin malına, sadece en iyi tutumla yaklaşın; ölçü ve tartıyı adaletle yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adaletli olun, Allah'a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allah size, iyice düşünesiniz diye bunları emretti. 153. Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti. 154. Sonra iyilik edenlere nimetimizi tamamlamak, her şeyi açıklamak, hidayete erdirmek ve rahmet etmek maksadıyla Musa'ya da Kitab'ı Tevrat'ı verdik. Umulur ki, Rablerinin huzuruna varacaklarına iman ederler. 155. İşte bu Kur'an, bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin. 156. "Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa hıristiyanlara ve yahudilere indirildi, biz ise onların okumasından gerçekten habersizdik" demeyesiniz diye; [16] İsra suresi 23-39 da sayılan emirler Müslümanlarca on emir olarak bilinen Musa’ya verilen kitaptır. Enam Suresi 20 ayette “Daha önce kitap verdiklerimiz, bunu, kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar; ama onlar arasından kendilerine yazık edenler var ya, işte onlardır inanmayı reddedenler.” Ayetini hatırlamak gerekir. Tora’da Hz Nuh, Hz İbrahim, Hz Lut, Hz Eyyup, Hz Suleyman gibi peygamberler ciddi ahlaki zaafları olan sarhoş, zinakar, faizci ve hatta kendi kızları ile ilişki kuran şahıslar olarak tanıtılır. Tora’daki peygamberlere bakıp Kur’an’da ki peygamberleri tanımak mümkün değildir. Onların tanıyacakları, hala Kur’an’ın ve Tevrat’ın sayfaları arasından seslenmeye devam eden ancak sesi işitilmeyen Musa’ya verilmiş kitabdır. On Emir Bizimde, İncil’de İbrahim’in sözleri 17/8-10 vahyi bölümündeki “Ezeli olan, Kadir olan, Kuddüs olan, El mutlak , El Melik olan Allah. Kendi kendine olan çürümeyen, tertemiz, doğurmamış, lekesiz, ölümsüz, kendi başına kusursuz, kendini tasarlamış olan, anası babası olmayan , yaratılmamamış….” Veya Eski ahitteki II -687” O efendi Rab olandır. O kadir olan Allah’tır. Kaynağı origin olmayan ve meliki olmayan tek O’dur. Her sebepten ve kaynaktan daha büyüktür; gerçekten yalnızca bir olan, yalnızca hakim olan O’dur. Yalnızca en yüce olan da O’dur…” sözlerinde İhlas Suresini tanıdığımız gibi. Alıntılar, Mehmet Paçacı’nın Kur’an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz kitabından alıntılanmıştır. [17] 22- Ancak namaz kılanlar hariç; 23- Ki onlar, namazlarında süreklidirler. 24- Ve onların mallarında belirli bir hak vardır 25- Yoksul ve yoksun olanlariçin. 26- Onlar, din gününü tasdik etmektedirler. 27- Rablerinin azabına karşı daimi bir korku duymaktadırlar. 28- Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz. 29- Ve onlar, ırzlarını ferç korurlar; 30- Ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik olduğu başka; çünkü onlar bunlardan dolayı kınanmazlar. 31- Fakat bunun ötesini arayanlar, artık onlar sınırı çiğneyenlerdir. 32- Bir de Onlar, kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde harfiyyen riayet edenlerdir. 33- Şahidliklerinde dosdoğru davrananlardır. 34- Namazlarını titizlikle koruyanlardır. 35- İşte onlar, cennetler içinde ağırlananlardır. [18] 1. Mü'minler gerçekten felah bulmuştur; 2. Onlar namazlarında hûşû içinde olanlardır; 3. Onlar, 'tümüyle boş' şeylerden yüz çevirenlerdir; 4. Onlar, zekata ilişkin söz ve görevlerini mutlaka yerine getirenlerdir; 5. Ve onlar ırzlarını koruyanlardır; 6. Ancak eşleri ya da sağ ellerinin sahip olduklarına karşı tutumları hariç; bu konuda kınanmış değillerdir. 7. Fakat kim bundan ötesini ararsa, artık onlar sınırı çiğneyenlerdir. 8. Yine Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayet edenlerdir. 9. Onlar, namazlarını da titizlikle koruyanlardır. 10. İşte yeryüzünün hakimiyetine ve ahiretin nimetlerine varis olacak onlardır. [19] Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır. Bakara 177 [20] "Gerçek şu ki ben, benden sonra gelecek akrabalarımın isyankâr olmalarından korkuyorum. karım ise kısırdır. Bana kendi tarafından; bana ve Yakub hanedanına varis olacak bir çocuk bağışla ve onu hoşnutluğuna ulaşmış bir kimse kıl!"……………………… "Ey Yahya! Kitab'a Tevrat'a var gücünle sarıl!" e henüz sabi iken ona ilim ve hikmet verdik Ek olarak katımızdan bir şefkat ve dürüstlük... Erdemli birisiydi. Ana babasına karşı iyi davranırdı, asla bir zorba ve isyankâr olmadı. Meryem 12-14 …………… “Çocuk şöyle dedi "Ben, Allah'ın kuluyum. O, bana Kitab'ı verdi ve beni peygamber yaptı." 31. "Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti." 32. "Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı." Meryem 10-32 [21] Dîne âit hükümlerden, Nûh'a tavsiye ettiğini ve sana vahyettiklerimizi ve İbrâhîm'e, Mûsâ ve İsâ'ya tavsiye ettiklerimizi, size de gidilecek yol olarak bildirdi, açıkladı; dîne yapışın ve o hususta hiçbir ayrılığa düşmeyin. Onları, inanmaya çağırdığın şey, müşriklere pek büyük, pek ağır gelmede. Allah, dilediğini kendisine seçer ve kim, ona dönerse doğru yolu gösterir ona. [22] Din/ Ahiret gününü yalanlayanı gördün mü? İşte o var ya, odur yetimi itip kakan, yoksulu doyurmaya ön ayak olmayan. Veyl olsun/yazıklar olsun o salat/ibadet ettiğini sanan böylelerine ki,bunlar ibadetlerini ciddiye almıyorlar. Küçücük bir yardımı bile esirgedikleri halde, kalkıp birde dindarlık gösterisinde bulunuyorlar. Maun Suresi [23] “Vaktiyle hor görülen/güçsüz bırakılan insanları ise kutlu kıldığımız ülkenin doğu ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Ve Rabbinizin İsrailoğullarına verdiği söz, onların darlıkta gösterdikleri sabrın karşılığı olarak işte böylece gerçekleşmiş oldu;….” Araf 137 [24] İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki "Ey Musa, onların ilahları var; onların ki gibi, sen de bize bir ilah yap." O "siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi.A'RAF/138 [25] “Yahûdiler ve Nasrânîler, biz Allah'ın oğullarıyız ve sevgilileriyiz dediler…..” Maide 18 [26] Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım 'kötü kimseler' geçti. Bunlar Şu değersiz olan dünyaın geçici-yararını alıyor ve "Yakında bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı okudular. Allah'tan Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdirmeyecek misiniz? Araf 169 [27] “Ve ardından ilahi kitabın mirasçısı oldukları halde bu değersiz dünyanın geçici tatlarına sarılan yeni kuşaklar aldı onların yerini; ve Nasıl olsa sonunda affedileceğiz diyerek karşılarına çıkan bu kabil geçici şeylere sarılan günahkar kimseler olup çıktılar. Oysa, onlardan Allaha yalnızca doğru ve gerçek olanı isnat edeceklerine dair ilahi kitap üzerine söz alınmamış mıydı? Onda yazılı olanı tekrar tekrar okumamışlar mıydı? Allaha karşı sorumluluk bilinci duyan herkes için iki hayattan en iyisi, en üstünü ahiret hayatı olduğuna göre artık aklınızı kullanmayacak mısınız?” Araf 169

biz bu kitabı mekke ve çevresine gönderdik